Ne var ki hayat bulduğum her günün bir senaryoya bağlı kalması, benim senaristle konuşup rest çekmem sonucu sonlanmamıştı. İşten atılmak için çok gençtim ve sözleşmemde “Ölünce serbest kalır.” maddesi ile bu hayata tutunduruluyordum.”Peki” dedim kapıdan çıkarken. Merdivenleri ikişer-üçer inerek zemin kata, oradan gökyüzünü görebileceğim sokaklara koştum. Sokaklar ayak seslerim duyulacak kadar sessizdi. Bir kadın azizim, bir kadının topuklu ayakkabılarının sesi bile iç sesimin dikkatinin dağılmasına yeterdi. Yahut hararetle konuşan bir öğrenci topluluğu. Kalabalık yerleri sevmem aslında, uzun otobüs yolculuklarını da. Ama onlara bugünlerde çok ihtiyacım var. İhtiyacım olan şey yalnızlık serpilmiş hatırsız kahveler. Çünkü ihtiyaç fazlası bir bunalımdayım dostum. Psikoloğum benimle beraber anti-depresan kullanmaya başladı anlıyor musun? Anlayamazsın… Ben kendimi anlamadığım zamanlarda iyiydim çünkü. Çocukluğun en güzel tarafı da buydu zaten. Hiç bir şeyi anlayamamak. Öyle ki, şu günlerde kızılaya kan verdikten sonra, kapıdan çıkıp bir sigara yakmak istiyorum. Yeni oluşan kan hücrelerime nikotin pompalamak. Ani bir göz kararması ile her şeyi bir an olsun unutmak, düşünmemek. Düşünmek için fazla gençtim, anlaşılmak içinse fazla geç kalınmıştım. Rafa kaldırılmış ve bir daha açılmayacak bir dosya gibi. Toz tutmuştu üstüm. O toza eşlik eden rafın köşe tarafındaki örümcek ağları bile unutulmuştu. Bir gün temizlik amaçlı üstün körü kiri alınacaktı oranın. Hayatıma giren insanlara dertlerimi anlattıktan sonra , cevap olarak “Anlıyorum seni.” demesi gibi. Sahi anlıyor musun beni ? Istırapla oluşan hayat tecrübelerimi ? Anlıyorsan eğer çok şanssızsın. Beni gerçekten anlıyorsan seninle kader ortağıyız. Bu yaşananları ancak bunu yaşayan bir insan anlayabilir çünkü. Ve ben bunları kendimle beraber gömmek isterken suç ortağım olarak bana eşlik etmen gerek. Kendi iyiliğin için. Ama sanmıyorum anladığını. Anlasaydın kelimeler dudaklarında ölecek kadar yorgun olurdu. İntihar için hazırladığın ipi boynundan geçirirken tüm yaşadıklarını bir daha hatırlayacağın için intihar etmemiş olurdun. Ya da tabureyi ayağının altından çekerken tavandan bağladığın demir kopup yere düşmüş olurdun. Ya da dostum keşkelerle sevişmiş cümlelerin, yorgunluktan bir sigara daha yakmış olurdu. Özetlemek gerekirse, her şey olurdu da sen olmazdın dostum. Hala nabzın atıyorken bir şansımız varolabilir. Ve ben içindeki umut tohumlarını filizlendirip burayı terketmeni istiyorum. Giderken söyleyeceğim tek söz ise ” Benim içinde mutlu ol”. Tıpkı bir annenin , yemeğinden fedakarlık edip, aç kalmak pahasına çocuklarının karnını doyurması gibi. Ama ben melek değilim dostum. Cennet değil ayaklarımın altında, düşlerimde bile yok. Cenneti görürsen aklına ben gelirim belki ama etrafta aranmayacak kadar önemsiz bir şekilde kalırım hafızanda. Şuuraltını daha fazla meşgul etmek istemiyorum şuursuzluklarımla. Hoşça kal dostum. Kalıp bir cümle dışına çıkarak “Hoşça kal” ama. Bir gün tüm acılarını unutacağını düşünerek hoşça kal.
Ben mi? Ben burdayım dostum. Çünkü bu hikayenin sonu benim asıl başlangıcım olacak…
Ebubekir Yıldız