Asansör – Ali Akkoç


 Hiçbir yerde değildim, kendimde bile. Bunu ben söylemiyordum, yan komşumdan duydum. Asansöre bindiğimde onlar da benimle birlikte asansöre bindi. Kendi aralarında konuşmaya başladılar. Bahsettikleri konular bana oldukça yabancı geldi. Sevdiği işinden bahsetti biri. Benimle aynı plazada çalışıyor, benim bir üst katımda. Demek ki dedim üst kattakiler işlerinden oldukça memnun. Sonra iş yerindeki insanlardan söz açtılar. Müdürlerden, şeflerden, ofis görevlilerinden… 

        Ben bir alt katta muhasebeden sorumlu bir memurum. İşimi de hiç sevmeyenlerdenim. Elimden gelse şimdi bu saatte istifa mektubu bile yazabilirim lakin geçinebilecek bir gelir kapım yok. Kötü öyküler yazıyorum, kötü şiirler ve kötü romanlar. Bunları hiç kimse bilmez.  

        Birkaç ay öncesine kadar evliydim, yeni boşandım diyebilirim. Kısa bir evlilikti benimkisi. Bir yıldan bile azdı. Kaç ay evli olarak dolaştığımı yemin billâh hatırlamıyorum. Evlilik kararını alırken hiç zorlanmadım. Tavsiye üzerine evlenmiştim. “Evlen ama boşanmasını da bil.” Demişti bir arkadaşım. Karımı gün geçtikçe daha iyi görüyor, onu gittikçe daha çok tanıyordum. Zaten onu tam olarak anladığım anda boşanma kararı aldık. Düğün için epey para harcadık. Elimde birikmiş ne var ne yok tükettim. Çok da eğlenceli hoş vakit geçirdiğimiz bir düğün yapmıştık. Her şeyin böyle olacağını ve bu şekilde gideceğini düşünüyordum ta ki birkaç ay öncesine kadar.  

       İşten eve dönüyorum, kafamı dinleyeceğim bir müzik açıyorum. Pat kapanıyor, bakıyorsun televizyon açılmış. Öykü yazmayı seviyorum, bilgisayarı açıp bir öyküye başlıyorum. Eve karımın tüm arkadaşları toplanmış. Bir gürültü… Susun da diyemiyorum. Kovamıyorum da.  

      Karım Füsun bizim işyerine yakın bir plazada yazı işlerinde çalışıyor. Tam bir plaza kadını… Peki, plaza kadını nasıl bir şeydir? Plazanın aslında kadını da erkeği de birdir. Erkekleri takım elbise giymiş kadınlardır. Sabahları güne kahveyle başlanır. On beş günlük bir tatilleri vardır bizlerin. Hep yaz izninde nereye gitsek onun hayalini kurarız. Çayı şekersiz kahveyi sade içeriz. Giyim konusunda rahatızdır. Yokluğu da yoksulluğa bilmeyiz, bunları gazeteden okuruz. Yabancı dizileri izleriz hem de zevkle. Biraz memlekete uzak gibiyizdir, buna pek gocunmayız. 

     Asansörde diğeri bir yazardan bahsetti. Kitapları yok satıyormuş. Sanırım bir öykü yazarı olarak buna da uzaktım. Yazarın ismini not edeyim istedim aksanını tam olarak anlayamadım. Kitabın Türkçesi bile aklımda kalmadı. Bir Orhan Kemal desem hemen burun kıvırır, diye içimden geçirdim. Oysa bizim de tozlanmış yazarlarımız var. Silindiğinde hemen parlayacak. “Kaçıncı kata çıkacaksınız?” diye sordu kadın. Önce anlamadım meğer bana diyormuş. Beş dedim. “ben de o kata çıkıyordum. Sizi işyerinden hatırlıyorum. İsmim F.” Dedi. Kendimi tanıttım.  

       İlla isim vermeye gerek var mı? Ben bu felsefeyi seven biri değilim. Bu yüzden farklı bir isim söyledim kendimi tanıtırken. Yabancı bir isim, çok sevdiğim bir roman kahramanı: “Arturo Bandini.”  John Fante’nin romanından. Bekir diyebilirdim, ya da Abbas. Her neyse aklıma ilk o geldi. Hemen yapıştırdım. Kadın güzeldi. Kumral. Siyah uzun saçları vardı. Gözlerinin içi gülüyordu.  

       Bana bugün neler oluyordu? Kadına birden vuruldum. Asansör bizim kata geldiğinde kadınla birlikte asansörden çıktık. Beşinci katta yalnız bir daire var o da benim daire. Peki, bu kadının bu katta ne işi vardı? 

         Ya kadın çok sarhoştu ya da ben. Ben sarhoş olmadığımı iyi biliyordum. Geriye tek şık kalıyordu. Kadın çok içmiş yanlış daireye gelmişti. Dairenin kapısına gelip anahtarı cebimden çıkardım. Anahtarı kapının deliğine sokup sağa çevirdim. Kapı açıldı. “Anahtar sizde ne arıyor?” diye sordu kadın. “ Siz yanlış daireye gelmişiniz, bu ev benim” dedikten sonra ikimizde çok güldük. Kadını kahve içmeye davet ettim.  

       İçeri önce o girdi. Ev biraz dağınıktı, onu içeri girmeden uyardım bu konuda. Kahve içmek istemedi. Şarap da… Çay koy dedi zahmet olmazsa. Güldüm. Çayı severim dedim. Kitaplığa yürüdü. Orta rafta bulunan kitaba eli uzandı. Baktım. Orhan Kemal’in İstanbul’dan Çizgiler… “Orhan Kemal okur musun?” dedim. Hafif bir tebessüm etti. Bu kitap hariç tüm kitaplarını okudum. Bu kitabı da okuyacaktım, hatta oldukça da merak ediyordum sona bıraktım. Şaşırmıştım. Bendeki önyargıyı düşündüm çünkü plazadaki insanların Orhan Kemal okuyacağı aklıma gelmezdi. 

        Kitabı eline aldı. Pencerenin yanında bulunan masaya yürüdü. Ben de çayı ocağa koydum. Bir taraftan aynadan onu izliyordum. Dışarıda kar tek tük atıyordu. Sandalyeye oturdu. Perdeyi hafifçe açtı. Odanın içine yoğun bir hüzün çöktü. Bir süre sonra çayları doldurdum. Çantamda hep taşıdığım kitabı masaya koydum. “Sana” dedim Orhan Veli’den bir şiir okumak istiyorum. “Oku” dedi. 

Çayın rengi ne kadar güzel, 

Sabah sabah, 

Açık havada! 

Hava ne kadar güzel! 

Oğlan çocuk ne kadar güzel! 

Çay ne kadar güzel! 

Kitaptan rastgele sayfalar çevirip şiirler okumaya başladık. Gece uzundu. Dışarıda tek tük kar atıyordu ama üşümüyordum.  




Ali Akkoç 



Görsel: theworldofbrutus.com

  • 0
    alk_
    Alkış
  • 0
    be_enmedim
    Beğenmedim
  • 0
    sevdim
    Sevdim
  • 0
    _z_c_
    Üzücü
  • 0
    _a_rd_m
    Şaşırdım
  • 0
    k_zd_m
    Kızdım

Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi&Uluslararasi İlişkiler Mezunu Özel Matematik ders eğitmeni

Yazarın Profili
Paylaş
İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir