İstanbul’da olacaklardan habersiz geziyorum. Doğum günüme de bir saat var. Oturduğum semt İstanbul’un en kötü semti olarak biliniyor. Semtte de hep kötü çocuklar var tek iyi çocuk görmedim ama semtte de hangi kötü çocuğa sorsanız beni hemen gösterir. Henüz yirmi iki yaşındayım kimine göre çocuğum kimine göre amca ama ben delikanlı demeyi tercih ediyorum o sıralar kendime. Hem delikanlıdan farkım da yok zaten. Görenler değil görmeyenler de beni görse bunu söyler diye düşünüyorum. Oturduğum daire de eski bir binanın giriş katındaki meyhanenin üstü. Binada emekli işçiler ve bir de bekâr bir kız kalıyor.
Kızın ismi Müge, benim adımı merak eden çok ama bilen de yok. Yalnızca mahallenin yabancısı olarak tanırlar beni o zamanlar. Mahallenin kötü çocuklarıyla daha çok ya dolmuşta ya da akşam okuldan dönüşte meyhanede iki tek atarken karşılaşıyoruz. Müge benim bir kat üstümde; şeker fabrikasından emekli olmuş Halil Amcaların bir alt katında oturuyor. Kızı mahallede tanıyan yok zaten o da kimseyi tanımaya niyetli değil. Yaşça benden yirmi oldukça küçük gibi görünüyor ama yirmi iki yaşında bunu ben değil o söylüyor. Her gün elinde bir çanta nereye gidiyor yalnız ben değil hiç kimse bilmiyor, Halil Amcalar bile. Akşamları bazen geç geliyor arkadaşları bırakıyor eve. Ben arkadaşlarını tanımıyorum ama bir gün tanışacağımızı düşünüyorum.
Müge’nin hastanede hemşire olarak çalıştığını duydum mahallede kötü çocukların birinden. Bu arada onların da o kadar kötü çocuklar olmadığını anladım. Öğrenciyim o sıralar. Müge hastanede çalışıyor ve her gün sabah sekizde hastanede iş başı yapıyor ama hangi semtte hangi hastanede çalıştığını bilmiyorum. Okulu bitirir bitirmez de iş aramaya koyuluyorum. O zamanlar beş parasızım ve iş bulabilmek için her plazaya girip çıkıyorum. Müge bizim semtin biraz uzağında özel bir hastanede çalışıyormuş hem de Alman hastanesinde ben bunu iş ararken öğrendim. Müge, Halil Amcaları çok seviyor. Halil Amcaları işçi oldukları için mi yoksa insan oldukları için mi seviyor yalnız kendisi biliyor. Ben Halil Amcaları daha çok beni sevdikleri için seviyorum.
Halil Amcalar da beni seviyormuş mahallenin kötü çocukları söylüyor bunu. Şiir ve öykü yazıyorum ara sıra. Yazdıklarımı Halil Amcalara götürüyorum gece yarıları ama meyhanede Halil Amcayla aynı masada hiç oturmadık. Onun bir köpeği var simsiyah adı da Zahir. Köpeğiyle gelir meyhaneye benim meyhaneye uğradığım saatlerde. O saatlerde de Müge hastaneden eve gelir her gün olduğu gibi. Dolmuş meyhanenin önünde durur. Elinde kırmızı bir çanta üstünde okyanus mavisi bir elbise dudaklarında kırmızın en koyu tonu rujuyla eve girer. Halil Amcanın masasında köpeğinden başka kimse yoktur ne kimseyi davet eder ne de başka bir masaya oturur anlayacağınız masası hep aynıdır ama köpek beni iyice tanımış olsa gerek her kapıdan girişimde havlar. Halil Amcanın meyhanede olmadığı zamanlarda ne zaman Halil Amcadan söz açılsa konu dönüp dolaşır onun Mügesine gelir. Halil Amca Kurtuluş savaşı sırasında tanıştığı Müge adında bir hemşireye cephede aşık olur ama kız buna karşılık vermez ve bir sabah uyandığında kız ortadan kaybolur. Bu da Halil Amca da derin bir yara açar. Benim bir üst katımda oturan Müge’nin ben de açtığı yara gibi. Halil amcaya bu hikayeyi eşi olmadığı bir zamanda sordum gecenin bir vakti kötü şiirlerimi ona okumak için götürdüğümde. O da hikayeyi kendi ağzından anlatmaya başladı:
Cephedeydim. Bir ayağım çukurda bir ayağım Mügenin bulunduğu çadırda. Kendi elleriyle su veriyor bana. Kendisi hemşire ben yaralı bir askerim. Üzerindeki beyaz önlük kıpkırmızı olmuş. Benim üzerimde de örtü var Müge’nin önlüğü gibi kıpkırmızı. Müge’den sıçramış olacak. Müge sedyeye yatırılan her askere su veriyor biraz da kuru ekmek. Benim sedyem çadırın sol köşesinde bu arada hava da nasıl soğuk ama terliyorum. Çadırda en çok Müge’yi sevdim yaşım henüz on yedi. Okulum henüz bitmemiş. Müge on yedisinde bin askere kuru ekmek veriyor gibi. On yedi yaşında ölümle savaşıyor. Köyümden dışarı çıkıp gördüğüm ilk yer cephe. Sonra da bildiğiniz gibi cephenin ardından da İstanbul. Müge’yi yetmiş yıl önce görmüştüm. Akşamları kuru ekmekle yatıp sabah kuru ekmekle uyanıyoruz. Müge’nin beyaz önlüğü kırmızın en koyu tonu oluyor vakit ilerledikçe. Ben hala yalın ayak hala bir ayağım çukurda. Çadırın sol köşesinde sedyede devamlı Müge’nin askerlere su içirişine bakıyorum. Hep yeni gelenlerin suyu hak ettiği fısıldaşılıyor çadırda.
Cephede binlerce asker ölüyor binlercesi çadıra Müge’yi görmeye geliyor. Mügenin saçları omuzlarına kadar uzanıyor ve simsiyah. Dudakları susuzluktan kurumuş. Açlıktan iyice zayıflamış. İlk gördüğüm Müge değil yani. Birinci dünya savaşı olanca hızıyla devam ediyor cumhuriyet henüz ilan edilmedi. Biz cephedeyiz ve cumhuriyetten haberimiz yok. Bir yudum suya kuru ekmeğe muhtacız. Müge’nin yüzü yine de hep gülüyor. Bir şeylerden emin ama bunun ne olduğunu ne ben ne de diğer askerler biliyor ama o güldükçe biz de neşeleniyoruz. Ara sıra benim yanıma geliyor. Ben o sıralar yalın ayağım. Kış iyice kendini belli ediyor ayaz da sabaha karşı ayaklarıma vuruyor. Müge’ye çarığımı soruyorum çünkü ayaklarım iyice üşümeye başlamış olsa gerek. Çarığım cephede savaşan başka bir askere verilmiş öyle diyor Müge ama yalan söylüyor çünkü ayağındaki çarık benim. Benim iyileşeceğim düşünülmüyor. Ben sedyeden ayağa kalkınca çarığım bana vereceklermiş öyle diyor askerler ama bu da bizimkilerin uydurduğu koca bir yalan.
Çadırda kan kırmızı önlüğüyle ortalıkta dolanıp duruyor Müge. Ben sedyeye boylu boyunca uzanmışım devamlı ona bakıyorum bunu görüyor ama fark ettirmiyor. Diğer askerler benim Müge’yi sevdiğimi biliyorlar. Gülüşüyorlar bana. Hepimizin üstü kan hepimizin bir ayağı çukurda bir ayağı çadırda. Müge benim yanıma geldikçe ben daha bir neşeleniyorum bir ayağım çukurda olmasına rağmen. Belli olmasa da Müge güzel kız ben ise çirkinim bir ayağım çukurda çünkü. Bunu herkes biliyor ama Müge’nin buna inanmadığını düşünüyorum.
Bir gün sedyede uyandığımda Müge ortadan kayboluveriyor. Gelen her askere her hemşireye her doktora soruyorum ama kimse Müge’yi tanımıyor. Müge o gün ortadan kaybolduktan sonra ondan bir daha haber alamadım. Savaş da bitince ben cepheden köye dönüyorum ve çok sonra da yolum İstanbul’da bu semte düşüyor, diyor Halil amca. O gün evime dönünce uzun süre hem Halil amcanın Müge’sini hem de benim Müge’yi düşünüyorum.
Bu arada onca çabadan sonra plazanın birinde iş bulmuştum. Hatta maaşım da oldukça iyiydi. İşe başlar başlamaz da yeni bir saat aldım. Sonra yeni bir takım elbise… Yeni bir koltuk takımı… Yeni bir daktilo… Bizim kötü mahalleden taşınmaya bile karar vermiştim ama sonradan vazgeçtim. Müge’nin bir alt katında bir dairede oturmaktan oldukça hoşnuttum ayrıca bir plazada çalışıyordum. Saatim hep yediye kurulu akşamları da altı gibi işten dönerken bizim mahalledeki meyhaneye uğruyor bir iki kadeh atıyordum.
O gün yani meyhaneye uğramadan plazadan çıkıp iki birayla eve giderken ardımdan bir ambulansın beni takip ettiğini fark ediyorum. İki birayla evimde doğum günümü kutlayacağım başka da bir niyetim yok. İlk defa o gün meyhaneye uğramıyorum. Eve geldiğimde yeni aldığım saate bakıyorum saat tam yedi. Anneme göre akşamüstü yedi de doğmuşum o yüzden o gün saat tam yedide evde oluyorum ama olacaklardan haberim yok. Bu arada ambulans geliyor ardımdan. Meyhanenin önünden geçip bizim binanın önünde duruyor. Neden arkamdan geldi neden bizim evin önünde durdu bilmiyorum.
O gün yani doğum günümde bizim evden çığlıklar yükseliyor kimden olduğunu benden daha iyi hiç kimse bilemez. Henüz yirmi iki yaşındayım çığlıklar yükselirken henüz ambulans beni alıp götürmedi ama ambulansa sedyeyle konulduğumda yirmi iki yaşında değildim bir yaş değil çok daha fazla yaşlanmıştım. Ambulans beni evimden alıp götürdükten sonra ne Halil Amcaları ne de Müge’yi gördüm. Onlar beni gördüyse bile tanımamıştır bunu benden daha iyi bilen biri yoktur.
Ali Akkoç