Michael Kerbow |
Süvari, geniş omuzlarından süzülen altın sırmaları dalgalandırarak adeleli kollarıyla atının dizginlerini asıldı. Şapkasının altından görünen keskin gözlerini, kuytusunda durduğu uçsuz bucaksız ovanın üzerinde gezindirmeye başladı. Ova baştan aşağı buğday doluydu. İri, dolgun ve diri başaklar ikindi güneşinin altında altın gibi parlıyor, imbatın himayesinde vakur bir edayla sallanıyorlardı. Gözüne ovaya serpiştirilmiş korkuluklar takıldı. Ritmik olmamakla birlikte sanki planlanmamış bir düzen içerisindeydiler. Birbirinden çirkin bir sürü korkuluk olduğunu görmek canını sıksa da, ovanın bereketi karşısında coşkuyla doldu içi. Atının üzerinde doğrulup göğsünü kabarttı.
Keskin gözlerini ovanın içinde gezindirirken başakların arasında gezinen bir genç kız gördü. Atını şaha kaldırınca siyah atının beyaz ayakları havada asaletle çırpındı. Süvari, buğdayların arasına daldı. Çirkin korkulukların arasından başakları ezerek şimşek gibi ovanın ortasına doğru atını sürdü. Kıza yaklaştıkça dudaklarını arzuladığını fark etti. Kalbi daha hızlı çarpmaya başladı. Atının ritmince kalbi çarpıyordu. Kız, süvariye sırtı dönük güneşi seyrediyordu. Kıza çok yaklaşmasına rağmen, kız ona doğru dönmedi. Yanına geldiğinde yavaşladı ve atının dizginlerini sertçe asıldı. Kız koni şapkasının altından ona baktığında Süvari dehşetle irkildi. Uzaktan genç bir kız sandığı insanın aslında dişleri dökülmüş buruşuk suratlı ihtiyar olduğunu gördü. Süvari gözlerini ovuşturdu. İhtiyar dişsiz ağzıyla gülümsedi. Süvari atından inip ihtiyara yaklaştı. İhtiyar çekik gözlerini daha da çekikleştirerek sordu:
“Neden geldin buraya?”
“ Şey, ben sizi uzaktan görünce…”
“Beni uzaktan görünce?”
“Sizi uzaktan genç bir kıza benzetmiştim.”
“Ha ha ha! Beni genç bir kıza benzettin ha?”.
“Neyse ben sizi rahatsız ettim. Özür dilerim.”
Süvari utanarak arkasını döndü. Tam atının yularını tutacakken beyaz ayaklı siyah at bir anda yere yığıldı. Siyah atın kızıla boyanmış beyaz kıllı ayakları havada son kez savruldu. Beyaz ayaklı siyah at kanlar içinde öldü. Süvari atının başına oturup ağlamaya başladı. İhtiyar elini Süvari’nin omzuna koydu:
“Ağlama artık ona ihtiyacın olmayacak.”
“Ben bu atın üstünde düşmanla savaştım. Bak! Göğsümdeki bu madalya kolay kazanılmıyor! Ben şimdi nasıl savaşacağım.”
Süvari yine gözyaşlarına boğuldu. Yakışıklı sayılabilecek bir adamdı. Saçları yana taranmıştı. Sakalı sinekkaydı tıraşlıydı. Üniforması tam üzerine göre dikilmişti. Kılıcının hakkını verebilecek kadar güçlü görünüyordu ama yine de ölü atının başında hüngür hüngür, dövünerek ağlıyordu. İhtiyar koni şapkasının altından tekrar konuşmaya başladı:
“Yanlış anlama ama sen geri dönmeyi mi düşünüyordun buradan?”
“Senin Çinli bir ihtiyar olduğun ortaya çıkınca ben de geri döneceğim mecburen. Burada daha ne yapabilirim ki? Hem atım neden öldü?”
“Çok basit evlat, jiletler yüzünden.”
“Ne jileti?”
“Bak, bu ova muhteşem bir buğday tarlası gibi görünmesine rağmen lanetli bir tarladır. Dikkatli bakarsan görürsün ki her başağın yanında bir de jilet vardır.”
Süvari dikkatlice başaklara doğru baktı. Gerçekten bu başakların her birinin yanında küçük birer jilet yetişmişti. Atının üzerinde binlerce minik çizik olduğunu fark etti. Atını hızla sürerken atını öldürüyor olduğunu fark etmemişti bile. Kafasını kaldırıp ihtiyara doğru baktı.
“Nasıl çıkacağız buradan?”
“Çıkmayacağız.”
“Ben çıkmaya çalışacağım.”
“Çıkmaya çalışırsan ölürsün.”
“Burada kalırsak da ölürüz.”
“Hayır, burada kalırsak en azından korkuluk oluruz.”
“Ne oluruz ?”
“Korkuluk oluruz. Buranın üzerinde kuş bile uçmaz jiletli olduğunu bildiklerinden. Buna rağmen buradaki korkuluk bolluğu sana garip gelmedi mi? İdam cezası alanlar mancınıkla buraya atılır. Ya da intihar etmek isteyenler buraya gelir. Bu tarlada bir süre kalanlar korkuluk olurlar.”
“Sen ne dediğinin fakında mısın? Benimle dalga mı geçiyorsun sen?”
“Bak ayaklarım dönüşmeye başladı bile”.
Süvari, İhtiyarın ayaklarına baktığında gözlerine inanamadı. Gerçekten de ihtiyarın ayakları yere saplanmış iki sopaya dönüşmüştü ama dizlerinden yukarısı hala insandı.
“Bu ne böyle? Bana da mı böyle olacak?”
“Evet, sana da bu lanet bulaştı artık. Senin de kaderin benimki gibi olacak.”
“Kimin laneti bu?”
“Uzun zaman önce yaşamış çiftçinin laneti. Bu tarlanın sahibi zamanında bu komşusu olan çiftçinin armut ağacını kesmiş. Armudun sahibi ona çiftçi de, bu tarlanın sahibini öldürmek için bir gece bu tarlaya gelip buğdayların arasına jilet tohumları ekmiş. Fakat yanlış yerden başladığı için ortada kalmış. Ve tarlanın ortasında tek başına çıldırmış.”
“O da korkuluk mu olmuş?”
“Hayır. O, işte şu ortadaki armut ağacına dönüşmüş.”
Süvari armut ağacına dönüp uzunca bir süre izledi. Güneş ovanın ucundaki sıra dağlara yaklaşmaya başlamıştı. Oldukça dar bir açıyla yeryüzüne vuran güneş ışınları başaklardan sekip Süvari’nin gözlerinde patlıyordu. Artık ilk heyecanı üzerinden atmış, sesi normale dönmüştü.
“Ben ne zaman korkuluk olurum?”
“Çok zaman almaz. Bak, benim belimden aşağısı dönüştü bile. Ben geldiğimde şu sağda gördüğün korkuluk insandı. Güneş batmadan sen de korkuluk olmuş olursun.
“Ben bu ülke için günlerce, aylarca, hatta yıllarca savaştım. Sonumun böyle olacağını hiç tahmin etmemiştim. Bir savaş meydanında mertçe ölmek istiyordum ben.”
“Ben de şaman olmak istiyordum ama hırsız oldum. Ellerim küçük olduğu için bunu, şamanlıktan daha kolay yapabileceğimi fark ettim. Yıllardır bir şeyler çalarak yaşıyorum. Hatta az önce de el alışkanlığıyla senin madalyanı çaldım. Al bunu, özür dilerim.”
Süvari herhangi bir şey söyleme gereği hissetmedi. Arkasını dönmeye çalıştığında hareket edemediğini fark etti. Ayaklarına baktığında ayaklarının yerinde kuru toprağa saplanmış iki çubuk gördü. Kılıcını ve madalyasını çıkartıp fırlattı. İhtiyar da koni şapkasını başakların üzerinden uzaklara uçurdu. Süvari kaderini kabullenmenin verdiği huzurla saçlarını taramaya başladı. İhtiyarın gövdesi de artık korkuluğa dönüşmüş, sadece kafası insan olarak kalmıştı. Süvari, ihtiyarın çekik gözlerine bakıp sordu:
“Peki, o çiftçi neden armut ağacı olmuş?”
“Cezalandırılmış işte. Korkularına dönüşmez mi insan?”
“Atalarımız böyle mi der?”
“Siktir et atasözlerini. Bir sigara yakıp ağzıma versene korkuluk olana kadar içerim ben onu.”
Süvari iki sigara yakıp birini ihtiyarın ağzına tutuşturdu. İhtiyar keyifle sigarasını tüttürmeye başladı ama sigarasını bitiremeden tamamen korkuluk oldu. Kısa bir süre içerisinde ise yüzü iki kat çirkinleşti, elinde kılıcı olan bir süvariye dönüştü ihtiyar. Tabi, dudağında sigaravari bir buğday sapıyla.
Güneş batmadan hemen önce ise Süvari, sarı buğday saplarından saçları olan, genç bir kıza dönüştü. Çirkin Süvari korkuluk ile güzel genç kız korkuluk, sonsuza dek ovanın ortasında karşılıklı durdular.
Onur Tuncay