Onun yüzüne bakmaya korktuğumdan, duvarda asılı duran baygın ışıldağı izliyordum. Cırcır böceklerinin sesi kulağımızı tırmalıyordu. Seslerden çok ışıkla ilgileniyordum. Sesler sabaha kadar bana eşlik edebilirdi ancak ışıldağın pili birazdan tamamen bitecek ve zifiri karanlığa gömülecektik. Karşımdaki adam, ışığın yavaş yavaş tükenmesine izin vermedi. Kalkıp ışıldağı söndürdü.
“Biraz da ay aydınında oturalım.” dedi. Sessizce oturduk. Gökyüzü, kapkara bulutlarla kaplıydı.
Usulca oturuyorduk babamla, rüzgarı izliyorduk. Ben, bana yıllar önce hapishaneden gönderdiği, sürekli yere çakılan o uçurtmayı hatırlamaya çalışıyordum. O ise başını duvara yaslamış yerden aldığı bir yaprağı tırnaklarıyla, tıpkı bir tırtıl gibi yavaş yavaş oyuyordu. Birinin sessizliği bozmasını bekliyorduk karşılıklı. Konuşulacaklarımız belliydi ama dile geldiğimizde bizi bir kez daha vuracaktı, biliyorduk. Önce elindeki yaprağı atıp hırkasını giydi, sonra sigarasını ateşledi.
“Annen için hayatımı yaktım ben.” dedi ve aramızda derin bir yarık oluştu. Birkaç damla yağmur düştü serin geceye. Gözlerimiz, karşımızdaki dağlara kaydı. Konuşacak çok şey varken söyleyecek tek kelime bulamadık. Bir ara elini omzuma koymaya çalıştı ama beceremedi. Ben ona bakmaktan ne kadar korkuyorsam, o da bana dokunmaktan o kadar korkuyordu. Bedel ve kefalet karşılıklıydı. Hiç yaşanmaması gereken bir geceyi hatırlatıyorduk birbirimize. Kendimizi toparlayıp, susmaya devam ettik. Sustuk ve o geceyi düşündük.
On dokuz yıl önce, serin bir sonbahar gecesinde, annem evden kaçıp parmak uçlarına basa basa sevdiği adamın yanına gitti. Kimseye görünmeden köyün viranelerinin arasından su gibi sıyrıldılar. Köylüler, puslu bir sabaha uyanmak niyetiyle döşeklerini yumruklarken annem ve babam, iki gözü kara aşık, körpecik vücutlarını ıslatmak için tepenin ardındaki teneke çatılı ahşap barakaya geldiler. Şu anda önünde oturduğumuz barakada, birbirlerine sıkıca sarıldılar. Önce aşkla terleyen parmak uçları birleşti, ardından bedenleri kavuştu.
Bu iki gözü kara aşıktan başka o gece uyumayan biri daha vardı. Onları, makilerin ve taşların arkasından nefes gibi izleyerek barakaya kadar izlerini süren dedem, elinde av tüfeğiyle içeri girdiğinde, aşka gark olmuş bedenlerle karşılaştı. Utanç ve öfke dedemin damarlarına hücum ettiğinde, dedem babama bir fişek sıktı ama öldürmeyi beceremedi. Sadece, sol elinden iki parmak koparabildi. Dedem tüfeğine yeni bir fişek sürmeye çalışırken annem sıkıca kavradığı baltayı babasının sırtına sapladı. Annemin o an kinle dolu gözlerini sadece babam gördü.
Dedemin yarası ağırdı ancak ölmemişti. Dedemi kurtaramayacaklarını biliyorlardı. Ya da bunu yapmak istemediler. Gırtlağından hala hırıltılar çıkıyorken sürükleyip barakanın önündeki kör kuyuya attılar onu. Sırtındaki baltayı bile çıkartmadılar hem de. Dedemin kan kaybıyla ölmesini bekleyemediler. Kuyuya ilk taşı annem attı. Kireç gibi suratıyla elindeki taşı kuyuya fırlatıp duymak istediği acı haykırışı bekledi. Babam da yaralı elini bir paçavraya sarıp anneme yardım etti. O anki öfkeyle kuyuyu neredeyse yarısına kadar taşla doldurdular. Ama ses hiç gelmedi.
Köylüler günlerce dedemi aradılar. Günler sonra çürümüş bedenini jandarma köpekleri buldu kuyuda. Annem ve babam, başka bir şehirde çoktan evlenmişlerdi. Köylüler dedemi çıkartıp kör kuyuyu tekrar taşlarla doldurdular. Acıya, zamana ve yeryüzüne taştan bir mıh çaktılar. Kuyuyu mühürlediler.
Suçu babam tek başına üstlendi ve on dokuz yıl yedi. On dokuz yıl hapis yattıktan sonra, balçık gibi hayatımızla yüzleşmek ve beni, kendine acındırmak için tek böbrekle karşıma geçip oturdu. Anneme bulaştırdığı o mendebur hastalığı nasıl kaptığını anlattı. Cinayet mahalinde buluştuk ve vahşi hayvanlar gibi yaralarımızı yaladık. O, geçmişi deşerken ben sadece dinledim. Yeterince konuştuğuna kanaat getirince kalkıp kuyunun yanına gitti. Belinden çıkarttığı kara altıpatları başına dayadı. Ölmek üzere olan birinden son bir cümle koparma telaşına kapıldım, kemik sıyıran akbabalar gibi.
“Hep seni bekledim baba. ” dedim “Yani, bir gün babam gelirse her şey biter diye düşündüm. Seni bekledim hep.”
Gözleri yaşardı. Sesindeki tortuyu temizlemek için kısa bir süre bekledi. Silah hala başına dayalıydı. “İşte buradayım oğlum. Her şey bitti artık.” dedi ve tetiğe dokunuverdi. Son cümlesi bu oldu.
Tetiği çekip on dokuz senelik günahını çıkarttı. Gözlerim yaşarır gibi oldu ama kendimi bırakmadım. Kallavi bir sigara içtikten sonra, ışıldağı yakıp kuyunun dibinde yatan babama son kez baktım. Vasiyetini yerine getirmek için etraftan topladığım taşları birer ikişer kuyuya yuvarlamaya başladım.
Seneler evvel, ben ana rahmine düştüğümde, hepimizin hayatını enkaza çeviren bir gece yaşandı. Öyle bir geceydi ki, hayatta kalanlar bile yaşamlarına devam edemediler.
Onur Tuncay