S. kasabasında yüz on ikinci sokak 7 numaralı bir apartman dairesinin en alt katında yaşıyorduk. O zamanlar yaşım henüz 15 var yok. Yaşıma rağmen her şeye her zorluğa rağmen okuyan araştıran biriydim. Lise dönemim yeni başlamıştı. Evimizde bir kütüphane yoktu. Bu okumaya engel değildi bunu çok iyi biliyordum. Arkadaşlarımın, eş dostlarımızın kütüphanelerini ve kasabada bulunan oldukça küçük ama şirin bir şehir kütüphanesinden de çokça yararlanıyor her bulduğum edebiyat, felsefe ve psikoloji bundan başka matematik üzerine kitaplar okumaya çalışıyordum. Kendimce tüm dinleri reddediyor ateizmin ölümcül bir savunucusu olmaya çalışıyordum. Ta ki kasabaya bir yabancı gelene dek.
Günlerden salı, ayın on ikisi diye hatırlıyorum. Kar her kaldırımı kaplamış aşılması güç bir duruma sokmuştu beni ve benden oldukça yaşlı bir arkadaşımı. Arkadaşımla tanışalı beş altı ay kadar olmuştu. Bir çay ocağı işletiyor, vakit kaldıkça da kitap okuyor film izliyor, içiyor, kadınlarla takılıyordu. Benim için o kasaba yerleşkesinde en iyi şekilde vaktini değerlendiren, hayat felsefesini tam olarak oturtmuş çok zeki değil ama aklı da yeteneği de bu saydıklarımı ahenkli bir şekilde uygulamasına yardımcı oluyordu. Kadınlar onun için vazgeçilmezdi. Seks yapmasını sever bana da ağzımı sulandıracak şekilde bire bin katarak anlatırdı. O zamanlar ergen bir çocuğum ki bu anlattıkları da benim oldukça hoşuma gidiyordu. Hani derler ya zamanın bilgesi, zamanın alimi… İşte arkadaşım da benim için kasabanın bilgesi hem de alimiydi.
Kar hızlı adımlarla ilerlememizi engelliyordu. Yer yer sendeleyip düşe kalka o sert rüzgarda kasabanın en büyük caddesinde ilerlemeye çalışıyorduk kasabaya gelecek olan yabancıyı karşılamak için. Yavaş adımlar işimizi de zorlaştırıyordu. Soğuktu. Arkadaşımın üzerinde asker kamuflajı vardı ve askeri bir bot. Ben de kahverengi bir palto ayağımda da bir ailenin hediye ettiği bir bot. Bot deyip geçmemek gerekiyor öyle sıkı öyle kalın bir deriden yapılmış ki ayaklarım dışında her yerim üşüyordu. Yavaş adımlarla ilerlediğimiz yolun sonunda kasabanın otobüs terminaline geldiğimizde siyah paltolu siyah şapkalı bir adam bekliyordu ve elinde de çok da büyük olmayan bir bavul vardı. Arkadaşım yabancıyı görür görmez ona el salladı. Daha da yaklaşmıştık. Sonunda yabancıyla kavuştuk.
Ne zaman nasıl geldik bilmiyorum ama kendimizi küçük bir meyhanenin kapısında bulduk. Kapıyı açtık. İçeriden bolca içki, anason, yiyecek kokusu çarptı burnumuza. En köşede kömür sobasının yanındaki dört köşe küçük bir masaya oturduk. Daha paltoları bile çıkarmamıştık hemen garson gelip ne isterseniz diye sordu. Herkes bira, bira, bira… Biraz ısınınca paltolarımızı çıkardık ve sonunda biralar geldi. Şerefe, şerefe, şerefe yabancının gelişine içtik. Yabancıya ismini sordum. Bay Z. diye geçiştirdi.
Bay Z. Avukatmış. Aynı zamanda kendince bir yazar. Üzerinde çalıştığı bir kitaptan bahsetti. Sonunda konu döndü dolaştı edebiyat, felsefe, ateizm, dinler, bilim… Ve nihilizm ve de Nietszche… Ben de kendimce okuyordum. Nietszche’yi de duymuştum. O gün geç saatlere kadar Nitszche ve felsefesinden bahsettik. Yoğun ve derinlikli bir sohbet oluyordu. Ha bire biralar masaya geliyor boş şişeler gidiyordu. Yabancı bana döndü ve dedi ki “Ülkende haklı bir savaşa girse ve o zamanlar da annen yatalak ve hasta olsa kimseler olmasa yanında senden başka, savaşmaya mı giderdin annenin yanında mı kalırdın?” Biram yarımdı şişeyi kaldırdığım gibi bitirdim masaya tak diye bıraktım. Zor bir soru dedim öylece kaldım.
Yabancının sohbeti beni oldukça açmıştı. Söylemek isteyip de söyleyemediklerimi bir çırpıda ortaya serivermişti. Her söylediği söz anlamlı geliyordu ki hem kulaklarımla dinliyor hem de mimik ve jestlerini gözlerimle takip ediyordum. Arada hep birlikte kahkahalar atıyor bazen de bir süre masada sessizce üçümüz oturuyorduk.
Yabancının gözleri büyükçeydi, siyahtı. Saçları kısa ve top sakalları onu şirin biri gösteriyordu. Boyu uzun değildi kısa da değildi. Ne şişman ne zayıf ama zayıf dememize de az bir şey kalmıştı. Az yiyor çok içiyordu. Gömleği maviydi, ve yakasından eski olduğunu belli ediyordu kendini. Yavaş yiyordu, hızlı içiyordu. Çocukça bir gülüşü vardı. Bu da ondaki karizmayı daha da yukarı çekiyordu benim açımdan.
Sabah uyandığımda saat on ikiyi biraz geçmişti. Kahvaltı bile yapmadan Bay Z.nin kaldığı otele gittim. Ne yazık ki yetişememiştim. Şöyle bir etrafa baktım Bay Z.nin bana söylediği bir söz aklımda kaldığını hatırladım. “Herkes için kapım açık değildir, senin için her zaman kapımda biraz aralık olacaktır.”
Ali Akkoç
✋