Hava sıcak mıydı, soğuk muydu ya da gece miydi gündüz müydü kimse bilmiyordu. Zaten kimseninde ne hava tahminiyle ne de akreple yelkovanın samimi ilişkisiyle alakası vardı. Gayet sıradan, kayıp giden belki dolu belki boşa harcanan,simitten kendini kurtarmış susam niyetine horlanan bir zamandı. Nereden geldikleri nasıl tanıştıkları nasıl aynı masada oturmuş oldukları da bilinmiyordu. Bir parça daha naif olanın sıcak çay bardağının altından damlayan bir iki damla lekelemişti elbisesini. İki damla tedirgin etmeye yetmişti kendisini. Oldu olası annesinin şekersiz çayın lekesi tutmaz fikrine kızardı.
Farkında olmaksızın, ayrı telden çalan bizim mahallenin yerli ağabeylerinin yaptığı müzik gibi konuşmaya başladılar. Girizgâhları farklı konuları apayrıydı. Bahsettikleri gündelik şeyler gibiydi. Farklı şeylerden konuşupbirbirlerine sordukları sorularacevap vermeden nasıl anlaşabiliyorlardı? Kulak misafiri olan çaycı Ahmet’te anlayamamıştı. Gerçekten tanışıyorlar mıydı? Bir birleriyle mi yoksa kendileriyle mi konuyorlardı?
Bu iç döküşe benzer monologların garip bir anında birbirlerini yakalar gibi oldular. İkisinin bilinç haline düştükleri konu sanatlarıydı. Bunu fark edince karşılıklı monologları birden diyaloğa dönüşmüştü. Biri kâğıda döktüklerini koydu masaya biride karalama defterini. Umarsızca bir paylaşım olmuştu bu besbelli. Saniyenin onda biri zaman sonraaynı anda sustular cümleler yarım kalmış sesleri yankı yapmıştı; havada ki martının çığlıkları ayaklarına dolanan kendinin sıcaklığı apansızterk etmişti onları. Bu ne derin ve kesik bir andı öyle. Tanışmadıklarını mı fark etmişlerdi? Sahi, isimleri neydi?
Yabancı oldukları fikri zihinlerine sakince sızdı. Yıllardır var olan ön yargılar, gövdelerini parçalayarak çıkıp yerleştiler masalarına. Yüzsüzce gelen davetsiz misafirleri gönderememeleri, keyiflerini çoktan kapı dışarı etmişti. Hâlbuki biraz önce yine aynı şeylerden bahsediyor konunun en derinliklerine iniyor benliklerinihaykırıyorlardı. Monolog hal birden diyaloğa dökülünce bu onları neden rahatsız etmişti? Anlaşılamamaktan mı yoksa anlayamamaktan mı korkmuşlardı bilinmez ama dayanamayıp masadan kalkmaya niyetlendi birisi. Son anda durup sanki öfkelenmişçesine; ‘sanatını öz olarak icra etmek kendini ifade etmene neden bu kadar yetersiz geliyor? Daha çok beğenilmeye ve takdir almaya, sana hayranlıklarını sunan insanların gelişi güzel savuşturdukları kelimeleri sömürmeye,neden bu kadar ihtiyacın var?’ diye dökülüvermişti. Sorulanlarınüzerine uzun uzadıya konuşmak zor geldiğinden ya da tümden cevabın ağırlığından olsa gerek; kayıp bir –hayır alabilmişti.
Beklediği bu değildi, bu olmadığını çok iyi anlamıştı aslında yine de sormak istemişti. Kendini birdaha anlatmasını beklemişti. Karşısında kendini görmüştü sanki. Başını öne eğdi. O hiç kimseydi. Hiç kimseye neden bu kadar gücenmişti? Hiç kimseyi neden bu kadar sorgulamıştı. Hala bir şeyler demesini beklercesine gözlerine tuzak kurdu ama nafile.
Nefes alışverişleri ritmini yitirmiş, zihnini sabitlemekte güçlük çekmeye başlamıştı. ‘Hayır’ bir cevap mıydı? Hıncını almak istermiş gibi, ona, kendine, hayata, insanlara, tüm fikirlere dair milyonlarca soruya cevap vermeye başladı. Gözbebekleri büyüdükçe büyüdü? Tüm sorulara yetişmeyi başarmıştı sanki. Esen rüzgârın saçlarından ensesine doğru sızdığını fark ettiği anda fikirlerine dair hükmünü vermiş tüm soruları cevaplamıştı cevaplamasına ama ukalalık derecesindetatmin oluşu uzun sürmedi. Tüm cevapladığı soruları martı sesleri çalmıştı sanki. Kaybolmuş küçük bir çocuk edasıyla bakındı etrafına. Nereden gelmişti buraya?
Kendine yaşattığı panikten olsa gerek elleri ter içinde kalmıştı. Çocukluğunda beri hep böyleydi. Çay bardağına uzanırken avuçlarının üşüdüğünü hissetti. Buz gibi olmuş çaydan bir yudum alırken bardağın altından bir damla daha damladı;eliyle usulca almaya çalıştı nemini. Nihayetinde çayı şekersiz içerdi, şekersiz çay leke tutmazdı değil mi?
Hatice KAYIRTAR