Her ne kadar Japonlara göre kendi tarihlerinin en iyi filmi 1954 tarihli Kurosawa filmi Yedi Samuray (Shichinin no samurai) olsa da dünyanın dört bir köşesindeki yüzlerce yönetmen sinema tarihinin en iyisi olarak Ozu’nun Tokyo Hikayesi’ni (Tokyo Monogatari) kabul eder. Kariyeri boyunca onlarca filme imza atan bu çekik gözlü, Noriko üçlemesinde aile bağlarını işlerken kendi yaşantısından da kesitler sunmuştur. Altmış yıllık yaşantısı boyunca hiç evlenmemiş ve annesiyle yaşamış; çektiği bu üç filmde de evlendirilmeye ve evlenmeye çalışan Noriko karakterini anlatırken kendinden pek çok şeyi filmlerine katmıştır. Kullandığı metotlarla kendisinden sonra gelen pek çok yönetmene ilham vermiştir. Film setlerinde ve İkinci Dünya Savaşı sırasında orduda geçen ömrünü savaş sonrasında Japon halkının batılılaşması ve kültüründen uzaklaşması üzerine eserler vererek tamamlayan Ozu için yönetmenlerin atası sıfatını kullanmak hayli uygun kaçar. Sinemaya katkısı hem nitelik hem de nicelik bakımından tartışılmaz olan bu ismin mezar taşında ise ismi yazmaz; taşa kazınmış tek şey “mu” (hiçlik anlamına gelir) sembolüdür.
Banshun (Geç Gelen Bahar) – 1949
Yasujiro Ozu’nun yirmi sekiz yaşındaki Noriko isimli bir kadın üzerinden anlattığı hikayelerden oluşan Noriko Üçlemesi’nin ilk adımı olan Banshun (Geç Gelen Bahar), yönetmenin orta sınıf Japon ailelerinin sıradan yaşantılarını anlattığı naif bir hikayeyi ele alıyor. Zamanın el altından kaymasını, bir baba ve evlilik çağı çoktan geçmiş olan kızı üzerinden anlattığı filminde yönetmen, daha sonra üçlemenin diğer filmlerinde de kullanacağı oyuncuları üzerinden ilk kurgusunu kurmuştur.
Akademisyen bir babanın kızının evlilik çağının çoktan geldiği ve geçmekte olduğu mesajını yirmi sekiz yaşındaki Noriko’ya alttan alttan vermesiyle başlayan hikaye, genç kadının babasına bakmak ve evlenip yeni bir hayat kurmak arasında gidip gelen ikilemlerini anlatır. Noriko aslında çoktan evlenmeye hazır olsa da ne babasına ne de halasına bunu hissettirme ihtiyacı hissetmez. Yaşadığı dilemma serüveninde kültürel değişimleri ve bir kadın olmanın ilk adımlarını deneyimler. Bazen geleneksele ayak uydurur, bazen de onu batı kültürüyle iç içe halde görürüz. Babasının asistanıyla çıktığı yolculukta göze batan Coca Cola reklamı da aslında Ozu’nun bu vesileyle Japon halkının savaş sonrası kültür yozlaşması içine girdiğinin bir eleştirisidir. Noriko her ne kadar bazı şeyleri reddetme konusunda ustalık derecesine gelse de en sonunda seçimini yapmak zorunda kalır. Babası da kızı gibi evlenmek istemektedir ve artık Noriko onu yalnız bırakmayacağını ve kendi ailesini kurmasının zamanı geldiğini anlar. Çok değil, ikinci damat adayıyla (filmde bu adayın Gary Cooper’a benzediği vurgulanarak batı hayranlığına bir gönderme daha yapılır) evlenme kararı alır Noriko.
Anlattığı hikaye itibariyle seyirciyi çekebilecek bir malzeme sunmayan Banshun’u bir klasik yapan asıl özelliği, Ozu’nun alt kültür Japon yaşamını olabilecek en şeffaf biçimiyle yansıtıyor oluşudur. Yönetmen kalabalıktan kaçınarak yalnızca var olanı sunmayı tercih eder. Kendisiyle özdeşleşen tek açı/sabit kameralarla seyirciyi filmine (tezat oluşturacak şekilde) hapseder. Böylelikle dünyanın dört bir köşesinde herkesin aşina olduğu gündelik bir evlilik meselesini hayli basite indirgemeyi başarır. Bu filmi özel kılan asıl şey de budur. Banshun gerçekçi bir bakış açısıyla yansıtılmıştır. Yönetmenin narin işi sakince ilerler, sessiz ve derinden etkiler. Film o kadar sadedir ki sinematografik tüm ögeler seyircinin karşısında akıp gider. Oyuncular rol yapmıyordur Banshun’da; fakat karakterlerin gelişim ve değişimleri tüm çıplaklığıyla ekrana yansımaktadır.
Banshun her ne kadar konusu itibariyle ilgi çekmekte sıkıntıları olan bir film olsa da gerek Ozu’nun anlatımı, gerek getirdiği eleştirileri, gerekse kafa yormayan tercihleri ile başyapıt sıfatına erişmekte zorlanmamıştır. Ozu’yu örnek alsın ya da almasın, başta bağımsız sinemacılar olmak üzere yaşamış ve yaşayan yönetmenlerin çoğu üçlemenin bu ilk filminden etkilenip filmlerinde bu etkiyi hissettirmiştir.
Bakushû (Early Summer) – 1951
Ozu’nun Banshun’dan iki yıl sonra çektiği Bakushu (Early Summer), yine Noriko isimli karakter üzerine yoğunlaşan üçlemenin ikinci filmi. Film hakkında fikri olmayanlar için göze Geç Gelen Bahar’ın devamı gibi gözükse de aslında aynı oyuncular/benzer karakterler üzerine kurulu çok farklı bir öykü seyrediyoruz bu filmde. Yine yirmi sekiz yaşında, evlilik çağını geçmiş bir kadının üzerinden seyreden Bakushu, üçlemenin ilk filmine göre mizahi yönü daha ön planda tutulan ve aile bağları üzerine daha kuvvetli bir yapım. Geç Gelen Bahar’daki gibi aile üyeleri yalnızca bir baba ve haladan ibaret değil, aksine daha kalabalık ve daha samimi bir aile ortamı mevcut. Önceki filmde Noriko’nun babasına hayat veren Chisyu Ryu, bu sefer karakterin abisi olarak karşımıza çıkıyor.
Hikaye, aslında ilk filmde olduğu gibi Noriko’nun yaşının sorulmasıyla başlıyor. Yaşını söyleyen genç kadın, artık evlenmesi gerektiğine dair bir yanıt alıyor –yine ilk filmde seyrettiğimiz gibi. Bu andan itibaren Ozu’nun karakterlerini alıp yepyeni bir öykü kurguladığını anlamış bulunuyoruz. Yine orta sınıf bir ailenin birbirleriyle olan güçlü aile bağlarını işlemesine işliyor fakat olaya daha farklı bir perspektiften bakmayı deniyor. Önceki hikayesinin kurgusunu ters-düz ediyor ve bu sefer evlenmek isteyeni baş karakter yaparken ona karşı nazlanan tarafı aile olarak önümüze koyuyor. Geç Gelen Bahar’da evleneceği kişiyi babasının seçmesine izin veren Noriko, yeni evreninde bu görevi kendi üstlenmek istiyor. Hatta Noriko’nun ailesi, kızlarının evlenmesini uzun süredir istedikleri halde damat adaylarına onay vermekte zorluk çekiyor. Yönetmenin ters çevirdiği şeyler bununla da sınırlı kalmıyor. Ustanın alışık olduğumuz statik kamera metodu da toplamda altı kez pan kamera olacak şekilde, sebepsizce değişiyor. Tabii bu durum Yasujiro Ozu seyircisi için alışılagelmişin dışında olduğundan altında bir şeyler aramadan edemiyorsunuz.
İlk filme göre seyri daha rahat olan Bakushu, Ozu’nun minimalist Japon kültürünü yine minimalist bir yönetmenlikle beyazperdeye aktarması olarak karşımıza çıkıyor. Sadelik ve doğallıktan, realist bakış açısından ve sıradan insanların sıradan öykülerini anlatmaktan vazgeçmiyor Ozu. Batılılaşmanın ve kendi kültüründen uzaklaşmanın, savaşın getirileriyle ne hal aldığını küçük ayrıntılarla sunarken tüm bunları anlatmak için çoğunluğun empati kurabileceği gelişigüzel orta sınıf insanları seçiyor. Aile içindeki sorunları göze batırmadan işliyor. En küçük bireylerin bile sorunlarının neler doğurabileceğini soğukkanlılıkla yansıtıyor. İlk iki filminde bir nevi yaprak dökümü yaptıktan hemen sonra da Tokyo Monogatari’de dökülen yaprakların bir daha asla bir araya gelemeyeceğini göstermek için seyircisini iki yıl daha bekletiyor.
Tokyo Monogatari (Tokyo Hikayesi) – 1953
Yönetmenlerin atası olarak nitelendirilen Yasujiro Ozu’nun Noriko Üçlemesi’nin son filmi olan Tokyo Monogatari (Tokyo Hikayesi), günümüzden altmış yıl önce çekilmiş olmasına rağmen yeni nesil sinemacıların da yardımıyla bir hayli tanıdık olduğumuz modern toplum yozlaşması öyküsünü anlatan bir yapım. Küçük bir yerleşim merkezinde yaşayan yaşlı bir çiftin evlatlarını ziyaret etmek için dünyanın en büyük şehirlerinden Tokyo’ya yaptıkları ziyaret sırasında yaşadıklarını seyrettiğimiz filmde bir yandan doğru ile yanlışı tekrar gözden geçirirken öte yandan saf sevgi ve saygının hangi bağlarla bir arada tutulduğunun önemli ayrıntılarına ustaca bir anlatım düzeyinden bakış atıyoruz.
Modern toplumların aile bağlarındaki kopmalar, özellikle bu evreye diğerlerine göre geç girmiş olanlarda göze çarpıyor. Aynı bizim ülkemizde olduğu gibi Japonya da bir zaman batının gerisinde kalmış fakat daha sonra hızlıca toparlanıp döneme ayak uydurmayı başarmıştı. Şehirleşme ile birlikte insanların yaşam stilleri değişirken geleneklere ve kültürel yapıya olan bağlılıkta farklılıklar meydana gelirken bireylerin sorunlarının artışına paralel olarak kırsal yaşamla olan ilişkilere mesafe gelmişti. Bunu, tüm bu evrelerden geçen her toplumda gözlemlemek oldukça basittir. Ozu’nun yaptığı ise böylesi basit bir olguyu, göz hizasındaki kamerasıyla seyirciye sinemanın gücüyle anlatmaktan başka bir şey değildir. Filminin kıymeti çok zaman sonra anlaşılsa da Tokyo Monogatari pek çok sinemacıya ilham kaynağı olmuştur.
Tokyo Hikayesi’nde anlatılan öykü, evrensel olması sebebiyle filmin çok geniş kesimlere yayılmasına olanak sağlar. Gelişmiş ve gelişmekte olan toplumlarda görülmesi olası bir kentsel-kırsal yaşam tezatları ile birlikte aile yapısının bu duruma ayak uydurma mekanizmasını işleyen filmin doğallığı ve inandırıcılığı, gerçekçi yapısıyla bir arada değerlendirildiğinde sinemanın en naif anlatımlarından birini doğurur. Ozu, bu filmde derdini anlatmak için farklı metotlar kullanmaktan kaçınarak sözcüklerin gücünü hissettirmeye odaklanmıştır. Karakterlerin ağzından dökülen cümleler oldukça basit kurulmakla beraber seyircinin anlamlandırmakta güçlük çekmeyeceği yapılardadır; fakat vuruculukları işin püf noktası olarak kendini göstermektedir. Öykünün kendisi de aynı etkiyi yaratacak şekilde sadedir. Çocuklarını ziyaret etmek amacıyla Tokyo’ya hareket ettikleri ilk günden kendilerini bir çeşit yalnızlığın içinde bulur yaşlı Hirayama çifti. Çocuklarının hissettirdiği bu yalnızlık, Ozu’nun olayı fazla dramatize etmeden tasvir etmesi dolayısıyla seyirciyi derinden etkiler. Başlarda evlatların göze batmayan davranışları ise zamanla kendini gösterir. Doktor olan oğulları onları gezmeye çıkaracakken acil bir hasta yüzünden planı iptal eder, kızları ise güzellik salonunu bırakmak istemediğinden anne ve babasıyla ilgilenmeyi reddeder. Öykünün ilk dönüm noktası ise çiftin savaşta ölmüş olan oğullarının genç karısının olaya dahil olmasıdır. Kendi çocuklarına kıyasla onlar için elinden gelenin en iyisini yapan bir yabancıdır aslında bu kadın. İki yaşlıyı alıp şehri gezdiren Noriko’dur. Üçlemenin ilk filminde babası, ikincide ise kardeşi olan adamın bu sefer gelini olarak seyirci karşısına çıkarak öyküye yön verir. İlk iki filmde evlenmek ve evlendirilmek isteyerek aile yapısını sonsuza kadar değiştiren Noriko karakteri, bu sefer çok farklı bir tipleme ile hikayeyi yönetir. Bir zaman sonra tüm öykü Noriko’nun etrafında dönmeye başlar. Öyle ki filmin sonlarına doğru yaşlı adamın dudaklarından dökülen “Kendi çocuklarımız arasında en çok çabalayan sen oldun. Ve aramızda kan bağı bile yok” cümleleri, bu tezi kanıtlarcasına yönetmenin filmde anlatmak istediğini olabildiğince basit ve açık bir şekilde gün yüzüne çıkarır. Kendi çocukları rahatlıklarına ve işlerine düşkünlükten hiçbir şeyle ilgilenmezken ölen oğullarının karısıdır onların yanında olan. İşin garip yanı, bu durum anneleri hayata gözlerini yumduğunda da değişmez. Yine orada olan, bir yabancıdan başkası değildir.
Ozu’nun üçlemenin bu son filminde, kendi tarzından taviz vermeden anlattığı hikayesi ve anlatış biçimi Tokyo Hikayesi’nin herkes tarafından benimsenebilecek bir başyapıt olduğu gerçeğini doğurmuştur. Film, muhtemelen yönetmenin savaş sonrası Japonya’daki değişimleri ele aldığı filmler arasındaki en özelidir. Dönüşümün ürkütücü yönünü, modernleşmiş toplum yapısının kendine gelmesi için gerekli dramatik vuruşların trajikomikliğini olabilecek en basit çarpıcılıkta anlatması yönüyle de sinemanın en nadide başyapıtlarından birini doğurmuştur.
Kaynak: http://www.sinematopya.com/