Behçet Portakal, garson kıza fena halde abayı yakmıştı; aşkından yanıp tutuşuyordu çocukcağız. Öyle ki, ondan sevdiceğini tarif etmesini isteseniz, size bu güzelliği anlatabilmek adına Saba Melikesini resmederdi kuşkusuz. Bir gün, eline düştüğü yaman sevda, ruhunu bunalımlara, ıstıraplara gark ettiğinde, cüretkar bir hamle yapıverdi Behçet. Deli cesaretiyle gitti, oturdu kızın çalıştığı butik kafeye. Hanımefendinin, saf mahcubiyetten bir haleyle ışıl ışıl parlayan yüzünü gördü yeniden; bir kez daha vuruldu ona. Siparişini almaya geldiğinde, yanık teninden esen taze sabun kokusunu çekti içine. Ve aniden kavradı bileğinden; en derin mahremini, en yürekli cümlelerle fısıldadı kulağına. İçini dışına çıkardı kalbinin. Kız, gözünü bile kırpmadan dinledi onu; ciddiyetle, saygıyla dinledi. Ardından şöyle söyledi:
“Öncelikle kabul etmeliyim, medeni cesaretinize hayran kaldım. Samimi sözlerinizle resmen gönlümü okşadınız. Etkilendim. Ancak bilmelisiniz; size yarenlik yapsam da, dahası, uzattığınız eli geri çevirmeyip sonsuza dek kadınınız olmayı kabul etsem bile, zavallı, basit bir garson olduğum gerçeğini hiçbir şey değiştiremez. Bunu görmemezlikten gelebilecek misiniz?’’
Behçet, bu onurlu itirafa karşılık ayağa kalktı ve kızın pek narin elini dudaklarına götürdü, zarif bir buseyle taçlandırdı.
“Yanlışınız var. Siz eşi benzeri olmayan bir garsonsunuz. Mesleğinizin ne denli erdemli olduğunu, insan ancak sizi izlerken idrak edebiliyor.’’
İşte, bu iki küçük insanın saman alevi misali parıldayıp sönen aşk öyküsü, tam da böyle başladı. Üç yıllık bir flörtün akabinde evlendiler. Dördüncü yıl çocukları oldu; şirin, tombalak bir erkek velet. Garson kız mecburen işi bıraktı; artık ev hanımlığına terfi etmişti. Behçet Portakal ise veznedarlığa devam ediyordu. Körpe çiftin aklında bütün gün, hep aynı ortak kaygılar dönüp duruyordu: Bebeğin bakımı, bebeğin masrafları, bebeğin geleceği. Ve beşinci yılın sonunda boşandılar. Kadın, doğumdan sonra aldığı fazla kiloları bir türlü veremiyordu ve kocası, işten sonra eve gece vakti dönmeye başlamıştı. Adam, ağaran bıyıklarına, seyrelen saçlarına çare bulamıyordu ve işten evi aradığında, karısı telefonları geç açar olmuştu; cevap verdiğinde ise yapmacık bir tonla sözüm ona duşta olduğunu söylüyordu. Her neyse işte, bu karşılıklı itimatsızlık, onları girdikleri dünya evinden kapı dışarı etmişti. Medeni bir ağız dalaşı ile henüz bir buçuk yaşındaki Dilaver bebeğin, annede kalmasına karar verildi. Anne yine garson kız oldu.
Günler, mevsim rüzgarları gibi geçip gitti; derken Dilaver bebek büyüdü, ağzını araladı ve konuştu:
“Babam nerede anne?’’
Garson anne, oğlunun bu ahiret sualine destekli bir yalan uydurabilmek için epeyce düşündü, taşındı, baktı olmayacak tuttu elinden, götürdü babasının çalıştığı bankaya. Gelgelelim baba, o hep oturduğu döner sandalyesinde yoktu, yerine başkası bakıyordu. “Behçet ne alemde?’’diye sorduklarında, tüm çalışanlar onlara, kalplerini işaret ettiler: “Burada.’’
Ve böylece garson anne, dul anneye; Dilaver bebekse yetim Dilaver’e tahavvül etti. Günler yeniden, bu defa kümülüs yığınları gibi geçip giderken Dilaver, dul kadının anaç ellerinde, bir nakış gibi işlendi, ilmek ilmek dokundu, büyüdü, serpildi, yağız bir delikanlı oldu çıktı. O zaman, anası oturttu yamacına, nasihat etti ona:
“Aman diyeyim oğlum, tutamayacağın sözler verme kimseye.’’
Tembihlemekten ziyade ikaz edercesine söylemişti bunu. Belki karşısındaki kocası olsa, bu cümle, manidar bir taşı gediğine koyma etkisi yaratabilirdi. Oysa Dilaver tanımamıştı bile babasını. Söz geçer miydi, yaşamının baharında, karnında kelebekler uçuşan bir ergenin fukara aklına? O, şöyle bir elini sallasa, çıtı pıtı hanımcıklar toplaşıveriyordu etrafında. Kaba saba görünümüne rağmen anasından kaptığı çekici bir yanı vardı Dilaver’in. Çivit mavisi gözleri asaletle tarardı dünyayı; billur sesi, bir keman gibi hüzünle şakırdı. Yine de, şu gönül işlerine akıl sır erdiremiyor insan. Gün geliyor, bütün ömür, büyülü bir lahzaya sıkışıyor, zaman aksıyor; gerçekler, yaldızlı manalara bürünüyor. Sonuçta, Dilaver gibi gönülçelen bir haytanın, bakın nasıl da bağlanıyor başı; delifişek ruhu, nasıl da kemale eriyor apansız:
Anasının izinden hayatına devam eden Dilaver, bir gün, çalıştığı kafenin camından baktığında, bahçedeki boş masalardan birine oturmuş, eliyle ona işaret eden bir kadın görüyor. Arka cebinden adisyon kağıdını çıkarıp salınarak gidiyor yanına. Yaklaştığında ilkin kadının üzerindeki eflatun rengi tayyör dikkatini çekiyor delikanlının. Sonra geniş omuzlarına ve oradan omuzlarında yükselen küt kesilmiş, dalgalı saçlarına ilişiyor bakışları; rüzgarla raks eden burçakları anımsatıyorlar ona. Son olarak gözlerine baktığında ise donakalıyor Dilaver. Berrak bir su birikintisinden farksız olan bu gözlerin, bedenine zerk ettiği seviyle büyüyor kalbi. Zihninde çalan yumuşak müziği duyuyor, gülümsüyor kadına:
“Buyurun, ne arzu ederdiniz?’’
Kadın, menüyü bir kenara itip bacaklarını masanın altından çıkarıyor, akşam güneşine seriyor boylu boyunca. Davetkar tebessümü havada usulca yankılanıyor; dalga dalga ıslatıyor Dilaver’i. Şöyle diyor hoş kadın:
“İstediğim her şeyi arzu edebilir miyim?’’
Ekin Gökgöz