“Sana ne oğlum! Anlatmam.”
“Ne konuştunuz lan? Söyle!”
“Allah Allah! Sana ne ya!”
“Ağzına sıçarım senin!”
“Ne sinirleniyon oğlum! Seni ne ilgilendirir!”
“Çıkıyonuz mu lan! Doğru söyle! Öptün mü kızı?”
“Öptüm tabii ne sandın!”
Enes başını önüne eğdi, göğüs kafesinin altına anlam veremediği bir acı saplanmıştı. Yüreğinde büyüyen bir sıcaklık hissetti. Fena halde canı yanıyordu; bundan tam otuz yıl sonra annesini kaybettiğinde aynı acıyı yeniden tadacak ve kalbi tekrar kanayacaktı. Aralığın tembel pazartesilerinden biriydi o gün, küçük köy karlar altındaydı, bacalardan tüten duman vadiyi aşıp ketum mavisi göğe yükseliyordu. Batıda güneş soğumaktaydı ve Enes’in henüz on yaşındaki kalbi tam orta yerinden kırılmıştı.
“Sen orospu çocuğusun! Annen orospu senin! Kahpenin dölü!”
Enes okul çantasını sırtından çıkardı ve hırsla Yakup’a doğru savurdu. Yakup son anda başını eğdi.
“Anneme küfür etme lan! Asıl büyük orospu çocuğu sensin!”
Yakup burnundan soluyarak Enes’in boğazına var gücüyle yapıştı ve iki çelimsiz, karın içinde oradan oraya yuvarlanmaya başladılar. İkisi de birbirine gelişigüzel yumruklar savuruyorlardı. Kavga konusunda beceriksizdiler, bir süre sonra nefes nefese kalarak taklitten öteye geçemeyen bu dövüşten sıkıldılar. Yakup ayağa kalkıp üzerindeki karı silkeledi, gözlerini kısarak az ötedeki korunun girişini taradı. Uzaklarda bir köpek acı acı havladı.
“Hadi oğlum kalk, güneş batıyo bak.”
Enes bir süre yüzü kara gömülü vaziyette sessizliğini korudu. Başını kaldırdığında saçları ıslak ve gözleri nemliydi.
“Ben seviyom oğlum Mine’yi.”
“Lan sen sevmiyom demedin mi? Kıza küfürlü mektup yazdım dedin.”
“Utandım lan napayım! Ama kız benden hoşlanıyo, gördün sen de ne yazmış mektupta. Yalansa yalan de!”
“Hoşlanıyom dememiş ki! Sınıftaki en sevdiğim arkadaşım sensin demiş.”
“Ne var işte aynı şey!”
“Aptal! Hani sümüklünün tekiydi Mine? Hani sen onu görünce kuscağın geliyodu?”
“Ne var lan ne! Benden hoşlanıyo işte! Ben de ondan hoşlanıyom…”
Enes son lafını adeta yuttu; hoş tadı damağını ıslattı, bahar dalı gibi düştü midesine. Minik elleriyle bir kartopu yuvarladı, sonra kolunu kaldırabildiği kadar yukarı kaldırdı ve avucundaki kartopunu saygıyla selamladı. Yakup bir yandan ayağıyla karı eşeliyor, bir yandan da arkadaşının abartılı hareketlerini kesiyordu.
“Doğa Ana sana şükürler olsun!” dedi Enes ve avucundaki kardan bir ısırık aldı. “Bu seneki karlar çooook tatlı olmuş. Verdiğin nimetler için sana şükürler olsun!”
Yakup’un gözleri neşeyle ışıldadı ve gülmemek için kendini zor tuttu. Çilli yanakları al al olmuştu. Burnundan akan sümüğü diliyle yaladı ve hemen kendine bir kartopu yuvarladı.
“Verdiğin nimetlere çoooook şükürler olsun Doğa Ana!” dedi Yakup, sonra izleyip izlemediğinden emin olmak için yan gözle Enes’i süzdü. Enes, berrak bir gölün dibi kadar masum mavi gözleriyle arkadaşını izliyordu. Yakup bir ısırık aldı ve yüzünü ekşitti.
“Iyyyy… Benimki biraz tuzlu olmuş.”
İkisi de karınlarını tutarak geniş vadide yankılanan kahkahalar attılar. Sonra ellerindeki kartoplarını birbirlerine fırlatıp koruya doğru koşmaya başladılar. Az önce kanlı bıçaklı kavgaya tutuşan bu iki oğlan değildi sanki. Hep böyledir zaten. Çocuklar kin tutmazlar.
Hafif bir rüzgar ağaç dallarındaki karları süpürüyordu. Burunlarını çeke çeke patika boyunca yürüdüler. Üşmüşlerdi. Elleri gocuklarının ceplerinde, ikisi de akşam yapmaları gereken ev ödevlerini düşünüyorlardı.
“Ödevden sonra kardan adam yapar mıyız?”
“Babam söz verdi, salcak beni dışarı.”
“Benimki de. Hemen bitir de yapalım. Ben havuç getiririm.”
“Lan ben yalan attım ha! Öpmedim Mine’yi.”
“Vallahi billahi de.”
“Yemin ederim.”
Yakup yalan söylemişti. Mine’ye sınıftaki en güzel kız olduğunu söylemiş, sonra da onu yanağından öpmüştü. Bundan tam yirmi yıl sonra evlenecekler ve Enes ikisinin de aklından şöyle bir geçecekti. Yine de şimdilik bu iki dostun arasını kimse bozamazdı. Enes keyifli bir ıslık çaldı.
“Biliyorum oğlum. Arkadaşız biz senle.”
“Öyleyiz tabii oğlum!”
“Ona yarın teneffüste söylicem. Ben seni seviyom, o küfürleri sana ben yazmadım dicem.”
“İnanmaz ki lan!”
“Yakup yazdı dicem. Öyle dersem inanır. Şaka yapmış bana, haberim yoktu dicem. Tamam mı bak? Sen de özür dilicen kızdan.”
“Salak! Kıza sen kendin verdin mektubu. Nasıl inancak?”
“Yakup benim yazdığımla kendi yazdığını değiştirmiş dicem. Bana da sonra söyledi dicem. Çok kavga ettik sonra özür dileyince barıştık dicem.”
Yakup’un çocuk bakışlarına derin bir karanlık oturdu. Sıkıntıyla dudaklarını kemirmeye başladı.
“Söyle hadi şimdi,” dedi Enes. “Ne konuştunuz Mine’yle? Uzun teneffüs hep konuştunuz.”
“Sen ona küfür yazınca çok ağlamış. Öyle dedi. Ne yazdın ki?”
“Büyük küfür etmedim. Sen sümüklü bi aptalsın dedim.”
“Seni affetmicekmiş. Öyle dedi.”
“Affeder, bak görürsün. Yakup yazmış dicem tamam mı?”
“Hı hı…”
Yakup’un midesinde kara bir yosun kök saldı. Bir kartopu yapıp nefretle dişbudaklardan birine fırlattı. Enes onun bu ani tepkisi karşısında şaşırıp gözlerini kocaman açtı. Yakup pis pis sırıttı.
“Sana bi soru sorcam? Bil bakalım tırtıllar neden kahverengi bot giymezler?”
Enes onu şöyle bir süzdü. Anlam verememişti. Başını göğe kaldırdı. Kaşlarını çatıp bir süre ağaçların çıplak dallarında göz gezdirdi. “Çünkü tırtıllar yeşil renkli olurlar,” dedi sonunda.
“Hayır bilemedin! Çünkü bot giyerlerse yürüyemezler ve düşerler!”
“Oğlum o zaman niye kahverengi diyo…” –Yakup aniden öne atıldı ve Enes’i göğsünden sertçe itti. Enes sırt üstü yere kapaklandı. Yakup son sürat korunun ardında kalan köy meydanına doğru koşmaya başladı; ancak ayakları yere yapışmış gibi birden durması ve havaya karışan tiz bir çığlık koparması fazla uzun sürmedi. Enes öfkeyle karışık bir korkuyla yanına geldiğinde aynı tepkiyi o da verdi.
“Mihriban abla!” dediler aynı ağızdan. Kollarını iki yana açmış, yerde anadan üryan yatıyordu. En fazla otuzundaydı. Karnından boynuna doğru yer yer koyulaşan morluklar kulağının arkasında bitiyordu. Aldığı kesik nefeslerle göğüs uçları hareket ediyor, gırtlağından hırıltılı bir ses çıkıyordu. Kaşlarında buruk bir gerginlik, gözlerinde anlamlı bir boşluk vardı. Bu kara, buğulu gözlerle ikisine de uzun uzun baktı; mor dudaklarına çatlak bir tebessüm sabitlenmişti.
“Bu acı toprak…” dedi ve ruhu dudaklarından akıp gitti.
O gece ikisine de çok soru soruldu. Jandarmaya ve cinayet bürodan gelen polislere aralarındaki Mine rekabetine kadar o gün ne yaşandıysa anlattılar. Ancak acılar içindeki ana babasına Mihriban’ın son sözlerinden bahsetmediler. İkisi de bunun ailenin tarifsiz acısını daha da körükleyeceğini düşünmüşler ve o son sözleri kendilerine saklamışlardı. Artık okula giderken o patikayı kullanmıyorlardı. Aileleri yasaklamıştı. Mihriban’ın katilleri bulunduktan sonra bile oraya adımlarını atmadılar. Mine meselesini uzunca bir süre ikisi de unutmuştu. Sırada hala yan yana oturuyorlar ve teneffüslerde aynı sessizliği paylaşıyorlardı; sessiz bir yemin gibi korudukları o son sözleri hatırlıyorlardı belki de. Bir gün okul çıkışında, lafını bile etmeden, adımlarına teslim oldular ve doğrudan o lanetli koruya yürüdüler. İkisi de sakindi, hatta gözpınarları dolduğunda ve birbirlerine sarılıp hüngür hüngür ağladıklarında bile. Belki de çoktan büyümüşlerdi. Acı toprağa çıplak ayakla basmanın zamanı gelmişti.
Ekin Gökgöz
Tırtıllar Asla Kahverengi Bot Giymezler: Bir Susam Sokağı şarkısı
Resim: Marc Chagall