Gece uyandım. Balkondan Akdeniz’in karanlık sularına bakıyorum. Söylemek istediklerimi hep yutuyorum. Kafamdaki sesleri durmadan susturuyorum. Utanç ve yetersizlik dolu anılarla baş etmeye çalışıyorum. Kırk yedi yıllık hayatıma neler sığdırdım. Ama şimdi hepsi anlamsız geliyor. Hayat beni ben yapan duyguların üzerinden silindir gibi geçti.
Psikiyatri kliniğinde sohbet ettiğim bir arkeoloji doktoru geceleri binanın içinden geçen bir tren sesi duyduğunu söylemişti.” Ya şimdi?” demiştim. “Duyuyor musun hala o sesi?” “Tabii ki duymuyorum.” diyerek gülmüştü. O trenin beni alıp götürmesini hayal ediyorum şimdi. Bir tren gelip dursa ve beni eskiden tanrıya inandığım gibi inanan o inançlı ruha dönüştürse, aşkı ilk kez tattığım, konservatuvarın koridorlarındaki enstrümanların seslerini duyduğum, Ankara’nın benim şehrim olduğu o günlere götürse. Artvin’in dağlarına götürse, Muğla’nın bir köy evindeki salçalı yemekleri tattırsa, o köy evindeki anne benim yaşlarımdaki oğlu için hiç endişe etmese, barajdaki o tekniker kırma eleme makinasında parçalanmamış olsa, ben tımarhaneye düşmemiş olsam, keşke aşık olduğum o kızı hiç tanımamış olsam, İbrahim intihar etmemiş olsa.
Ne yazık ki yaralanmamak mümkün değil. Hayat hepimizi en onulmaz yaralarla en derinlerimizden yaralıyor. Kokularla, seslerle ve bulunduğumuz mekanlarla oluşturduğumuz benlik algısı dağılıp gidiyor. Sonunda duygusuz, bencil ve yalnız bir posa bırakıyor. Kuşkulandığın her şeyin sahte olduğunu görmeye başladığında neden olmasından neden olsuna böyle geçiyoruz. Ve olamıyor. Olduramıyoruz. Kafandaki yaratıcılık tükendiğinde yemek yiyen, uyuyan ve ölesiye yalnızlık çeken bir adama dönüşmen kaçınılmaz oluyor. Oysa her şey ne güzel başlamıştı.
Filozoflar ve yazarlar hüznün insana bir açıdan haz verdiğini söylerler. Aslında çokta yanlış değildir bu. Hüzün kaybedilmiş bir şeylerin özlemidir. Yaşanmış anıların kanıtıdır. O mutlu anlar hep yaşanır ve biter, o güzel insanlar hep kendini sevdirir ve gider. Geriye kelimeler kalır. Geriye hikayeler. Elimizde kalan bu son hazineye sıkı sıkı sarılırsak kalbimizi de öyle sıkar anılar. Öyle tutunuruz hayata geçmişin penceresinden. Pişman değilim. Mutlulukla huzuru bulmuş bir derviş olmaktansa, hayatın acıyı ruhuna nakış nakış işlediği bir deli olmayı tercih ederim. Benim acılarım onlar. Ben seçtim, ben yaşadım ve hiç unutmadım. Ne bir zamanlar hayatıma anlam katan o insanları ne de varlığımı sorgulatan o çetin soruları. Hayatla barışık olduğunu söyleyenler oynanan bu komik oyunun içindedirler.
Sorularıma bir cevap bulur muyum bilemem. Yeniden gülümseten o güneş ışığını yüzümde hisseder miyim bilemem, ama bir şeyi iyi biliyorum; içimde hiç kin yok. Kim varsa hakkında kötü düşündüğüm yüzüne söyledim ve ben karşıma çıkan bütün belalarıyla hayatı dibine kadar yaşadım. Ben yaşadım. Yaşadım!
Balkondan baktığım deniz aydınlandı. Griye yakın bir renkte çırpınıyor şimdi hafif hafif. Bu çırpınma hareketine hep hayran olmuşumdur. Canlılığın en temel içgüsünü taklit eder deniz. Benzersiz anlar hayal eden yazarlar, benzersiz kelimeler doğurma arifesindeki şairler, benzersiz sesler yaratma öncesinde müzisyenler hep çırpınır. Belki bir gün bende güzel bir yazı yazarım. İçinde gün ışığı olur, renkler olur ve gülümseten kelimeler olur. Ama en azından umut olur…
Özgür Gökhan Ergüven