Bana Tüysüz derler. Saçım ya da sakalım olmadığı için değil. Kertenkeleleri sevdiğim için öyle derler. Onlarla konuşabildiğim için. Ardıma yüzlerce kertenkele takıp sokaklarda gezebildiğim için.
Onlarla konuşabildiğimi fark ettiğimde henüz altı yaşındaydım. Anamla babamın cenazesinden sonra, gece vakti bir kertenkele efesi beni avluya çağırmış ardından da binlerce kertenkeleyle birlikte cenaze namazı kılmışlardı. İşte herşey o gün başladı. Anam ve babamla.
Herşeyin bittiği günde anamla babam yoktu gerçi. Kemikleri çoktan yer küreye karışmıştı. Ya da buharlaşmış da olabilir. Beni ilgilendiren şey sadece ölü olmaları.
Elif’le birbirimize aşıktık. Aşkın hangi sonsuz yollarda yolcu olacağını bilemediğimiz zamanlardan beri hem de. Henüz bıyıklarımın bile terlemediği zamanlarda ona bir şey demiştim, seni bana yar etmezler, demiştim. Gökten bir el uzanıp işaret parmağını alnıma değdirmişti sanki. O gün herşeyi bildiğimi biliyordum. Bilmek için çok yaşamaya gerek yoktur.
Kertenkelelere ve onlarla konuşabildiğime inanmam en az üç sene sürdü. Ambarı süpürürken benle konuşan kahverengi ve bilgiç kertenkele aklıma dokundu. ‘’Seviyor musun Elif’i,’’ dedi. Sıkıca kavradım süpürgemi. Beni sinirlendirirse onu onu öldürecektim. ‘’Evet,’’ dedim yutkunarak. Gözlerimi zorlayan göz sularını zaptetmeye çalışıyordum. ‘’O da seni seviyor ama…’’ dedi ve lafını yarıda bıraktı. ‘’Ama ne?’’ dedim. Kaçtı gitti piç. Onu o gün öldürmediğim için çok pişmanım. Bugün bile.
Elif’i öteki köyün ağasının oğluna gelin ettiklerinde ben on yedi yaşındaydım. Buna mani olmalıyım, dedim. Yaparsam ben yaparım dedim. Bataklı Dam’da benim gibi yiğit var mı dedim. Daha neler neler dedim kendime. Hiçbirine de inanmadım. Bataklı Dam’a da hiç inanmadım. Sonra sesimi duyan tüm kertenkele taifesini etrafıma topladım.
Ambarda öldüremediğim kertenkeleyi koluma takıp da köy meydanında gezebilecek cesareti kendimde gördüğümde sakallarım çıksın diye cıbıldak yüzümde ustura gezdirdiğim yaşlardaydım. Panayırdaki aç aç çadırının önünde bana resimli dergilerde göstermişlerdi Elif’li hayallerimi. Sonrası daha muğlak oldu benim için. Çadıra da girdim. Üç yüz kertenkeleyi peşime takıp bayram namazlarını da bastım, ihtiyar heyetlerini de. Tarlalarda kadınlar benden korkar oldu. Köy kahvesinde masama çay bile konmadı. Beni böyle böyle büyüttüler. Şikayetçi miyim? Hayır. Yiğit baştan kokar.
Bana tarif ettikleri ağacın dibinde bir yosun demetini kaldırınca tanıştık onla. İşte, dedim, aradığım bu. Bembeyaz albino bir kertenkele. Hem de küçücük daha. Benle konuşmayı reddedince kertenkele efesini çağırdım. Dayanışma değil de mecburiyetti bu. Ben aşk için iğneyi de çuvaldızı da başkasına saplardım. İçinden dikerdim kumaşları.
Osman Pehlivan’ın masasına yeşil bir kertenkeleyi iç cebimden çıkarıp da koyduğumda bana, siktir git be kılkuyruk, demişti. Bana kılkuyruk da dediler, huyubozuk da. İnsancıldır, ürkme Pehlivan Ağa, dedim. Mahlukun insancılı tüylü olur bu ne sikim bir tüysüzdür, dedi Pehlivan Osman Ağa. O gün ana Tüysüz lakabını taktılar. Yıllar geçti. Hesabını sormadılar. Ama ya ben sorardıysamdı? Hey yavrum hey, ya ben sorardıysamdı? O gece köye başta Yağlıdirek olmak üzere tüm civar köylerden binlerce kedi geldi. Bana sığınanlar haricinde hepsini öldürdüler. Toplu mezarlar yaptım kertenkelelerim için. Ağlamadım.
Düğün günü ağladım ama. Elif’i Yağlıdirek köyünün ağası Sami’nin oğlu Bayram’la evlendireceklerdi günün sabahı çok ağladım. Geçmişte Elif’le çeşmenin arkasında ettiğimiz sohbeti hatırladım. Biz büyüyünce ne olacak, demişti bana. Çeşmenin nemli duvarındaki bir sülüğü cırk ettirdiğimi iyi biliyorum. İnsan çok büyümez, demiştim ona. Tüm kalbimle inanarak hem de. Aklıma söyleyecek başka bir şey de gelmemişti. Tamam, dedi bana. Ne tamam, dedim. Tamam işte, dedi. Büyümeyiz dedin, dedi. Aklına yattı mı, diye sordum. Yoo büyüyen büyüyor. Ama çok büyüyen çabuk devrilir, dedi. Akıllı bir kızdı. Hep öyleydi. Ne demek istediğini anlamamıştım. Bu aşkı içinde çok büyütme, taşıyamazsın, dedi bana. Bunu söylerken elindeki küçük çomak parçasıyla çamuru eşeliyordu. Üstümüzden bir horoz parladı geçti. Kuyruğundan fırlayan allı morlu tüyü havada kapıpsaçlarına taktı. Gülümsedi. Horoz gibi öttü. Gülüştük. Gülüşmemiz bitince de hem kendini yakarsın hem de başkalarını, dedi. Sondan söyleneceği önden söylememeyi Elif’ten öğrendim.
Duvağın arasına gizlenmiş minik albino kertenkele Elif’in ağzından içeri koşuverdi. Tıkır tıkır işleyen bir planı kim sevmez. Ses tellerinde ben varım. Bir tanem. Sürüngenlerle veya yeraltında yaşayabilen şeyleri sevmek bizim buralarda pek hoş karşılanmıyormuş. Ben bunu yerin altını da severek öğrendim. Soğukkanlı hayvanlardan nedense hoşlanılmaz. Etleri yenmez. Yumurtalarından yemek yapmak tasvip edilmez. Benim tanıdığım kadarıyla kimseye bir zararları yok. Yine de onlarla zaman geçirdiğim için bana hep mundar gözüyle baktılar. Hatta yüzüme de çok defa söylediler. Zamanla derim pul pul olup da parmaklarımın arasını yüzgeç gibi deriler bağlamaya başlayınca ve gözlerim karınca yuvası gibi kabarıp fıldır fıldır dönmeye başlayınca hele beni değneklerle kovaladılar.
“Böyle olmak istemezdin değil mi,” diye sordu bir keresinde bana Elif. “Daha fazlasını olmak isterdim. Kuyruğumu sürüye sürüye gezmek isterdim,” dedim ona. Sonra da boynuma dokundu. Pullu derime. Hiç çekinmeden hem de. Bayılmışım. Zaten muhteşem anları berbat etmek gibi bir huyum vardır. Annemle babamın cenazesi kalkarken de öksürük tutmuştu. İmamı çoğu insan benim öksürüğüm yüzünden duyamadı bile. Ama bir şey de diyemediler. Acı çekenin acısının en yoğun olduğu anlarda bir çeşit hürriyeti oluşur. Hürgeneral olursun. Sonra acının azaldığına kanaat getirdiklerinde o hürriyeti senden alırlar. Acınla o zaman baş başa kalabilirsin anca. Elif beni ayıltamamış. Korkmuş da kızcağız. Sonra benimkileri çağırmış. Kırk kadar kertenkele gelip beni dereye götürmüş. Yüzümü yıkamışlar soğuk suyla. Kertenkele anası bana ani sıcaklık değişikliklerine vücudumuzun dayanıklı olmadığını o gün anlattı. Anlarmış gibi yaptım. O da yedi. En güzel rolleri aşıklar keser.
Ve evet bir tanem ses tellerinde ben varım. Yani artık sesin yok. Bunu anlayabilecek kadar beni tanıyorsun. Hem de çok iyi tanıyorsun. Bu yüzden kimseye anlatmayacaksın. Ben de seni çok iyi tanıyorum. Hiç konuşmadan yapılmış bir anlaşma var aramızda. Her zaman geçerli. İyi günde ve kötü günde. Dünde ve bugünde. Gerdekte ve düğünde.
Yalan yok düğün inanılmazdı. Üç gün üç gece boyunca içen Bataklı Damlılar körkütük sarhoş oldular. O kadar sarhoş oldular ki beni bile aralarına aldılar. Ne oynadık ne oynadık. Uzak illerden rakkaseler ve sazendeler getirmişti Yağlıdirek Ağası Sami ve Pehlivan Osman. Kırşehir’den curacılar gelmişti. Trakya’dan incesazcılar. Aydın’ın Eski Çine nahiyesinden davulcular tutulmuştu. Zurnacılar da almışlardı yanlarına Çineli davulcular. Sonra Gönen’den saz ekipleri gelmişti. Bataklı Dam cümbüş denilen telli çalgıyı ilk kez Gönenli çalgıcılarda gördü. Gönen’den at arabasında gelmişlerdi. Çine’den gelenler ise Umurbey’e güreş için gelen deve kafilesine katılıp gelmişti. Kırşehir’den gelen sazcıların memleketlerinde cinayet işleyip buraya kaçan iki kardeş olduğu söyleniyordu ama nasıl geldiklerine dair bir malumat mevcut değildi. Trakya’dan gelenler yanlarında imbikler getirmiş kendi rakılarını kendileri süzmüşlerdi. Güreşler tutuldu. Toroslar’dan geldiler pehlivanlar. Serik’ten geldiler. Silifke ovasından. Kıran kırana güreşler tutuldu düğünde. Edirne hududundan gece vakti kılavuzlar eşliğinde bizim tarafa geçebilen Plovdivli ateşbazlar ve hokkabazlar da vardı. Adına havai fişek dedikleri göklü çiçekli patlangaçları vardı. Ya da ben çok sarhoştum.
Albino kertenkeleyi ben ikna edemedim. Kendine ve bana hiç güvenmiyordu. Yakalanmaktan korkuyordu. Haklıydı. Yakalanırsa oracıkta öldürürlerdi onu. Fakat ona ihtiyacımız vardı. Kertenkele anası onu koynuna aldı. Onu işledi. Ona yeraltından hikayeler anlattı. Yusuf’un masalını bile anlattı. Pileli gelinliğin arasına gireceksin. Sonra duvağa tırmanacaksın. Damat yüz görümlüğü takarken de gelinin ağzından içeri koşacaksın. Tane tane anlattı. Anladı albino. Peki, dedi, ağzından içeri girince ne yapacağım?
Elif gelini üçüncü günün akşamı Bataklı Dam’dan alıp at üstünde Yağlıdirek köyüne götürdüler. Ağanın oğlu Bayram’ın koynuna girecekti. İmam nikahı Pehlivan Osman Ağa’nın evinde kıyılmıştı. Bizim köyden kimse gitmedi Yağlıdirek’e. Artık Elif onlarındı. Fakat Elif’in yanında biri daha vardı. Sonraları bana kendisi şöyle anlatacaktı.
“Tülle satenin arasına girdim önce. Belinde bir kuşak vardı. Oraya çıktım sonra. Kimse göremezdi beni. Ben bile nerede olduğumu bilmiyordum. Belde miyim göbekte mi yoksa böbrekte mi. Sadece kızın iç çekişlerini duyuyor ve doğru yerde olduğumu anlayabiliyordum.”
Elif gitti ve o giderken o tarafa yüzümü bile çevirmedim. Çünkü karşılaşacağımızı biliyordum. Az sonra hem de. Çok geçmeden. Biz içkilerin sermestliğiyle kendimiz çalıp kendimiz oynarken Yağlıdirek’ten ulaklar geldiler ve haykırdılar: ‘’Elif düğüm olmuuuuş. Elif düğüm olmuuuuş.’’ İşte, dedim, benim albino başarmış.
Düğümcüler o zamanlardan keçi kılından abalar giyerlerdi. Dilleri lal olurdu. Doğuştan şerbetli olduklarına inanılırdı. Kadın düğümcülerin saçları, erkek düğümcülerin ise sakalları yerlere değerdi. Dili bağlananların dillerini çözmek için köy köy gezer ve karşılığında sadaka toplarlardı. O zamanlar dili bağlananlara cinler musallat oldu denirdi. Onlarla konuşulmaz, gözlerine bakılmaz ve yakınına gidilmezdi. Yalnızca şerbetli ve lal düğümcüler onları cinlerden kurtarabilirdi.
Düğümcüler sırtlarına veya varsa ipini çektikleri katırlara tahtalar yükler öyle gelirlerdi. Yanlarında getirdikleri tahtalardan bir insanın ne oturabileceği, ne yatabileceği ne de ayakta durabileceği kutular çakar ve kendilerini bir hafta bu kutuya kapatırlardı. Bir hafta çile çektikten sonra bir kova suyla yıkanır ve buradan süzdükleri kirli suyu tılsımlı sayarlardı.
Yağlıdirekli Sami ve Pehlivan Osman civardaki tüm düğümcüleri çağırdı. İkramiyenin kokusunu alan katırlı ya da katırsız bütün düğümcüler Yağlıdirek’e yollandılar. Birini gece vakti ben hakladım. Sakallarını kestim. Çıkıma koydum. Urbalarını da aldım. Kutu tahtalarını da alıp cesedini bizimkilere verdim. Ve yüzüme yapıştırdığım sakallarla vardım Yağlıdirek’e.
“O iş olacakken kız düğüm olmuş,” diyordu biri. Öteki de yanıtlıyordu, “İyi gene, ya. O işte olsa ne olacaktı.”
Ben de dahil olmak üzere tüm düğümcüler Sami Ağa’nın konağının avlusuna kutularımızı kurduk. İçlerine girip iki büklüm vaziyette çile çekmeye koyulduk. Minik albino kertenkele ilk günü savmıştı savmasına ama aklım hep ondaydı. Elif’in boğazına girip ses tellerini sıkı sıkıya kavramış kızı düğümlenmişti. Ama ya dayanamazsa? Bırakır da Elif konuşmaya başlarsa. Bunu albino kendi yöntemleriyle çözecekti.
“Garibim düğümlendiğini sanıp hüngür hüngür ağlarken boğazından yukarı tırmandım. Öğürmeye başlayıp beni kustu. Beni görünce Tüysüz’ün adamı olduğumu anladı, bağırıp çağırmadı. Ben de şu kadarcık gırtlak boşluğunda iki büklüm durmak zorunda kalmadım. Divanın altında yan geldim yattım. O kadın gelene kadar tabii…”
Yedinci günün sonunda kutularımızdan çıkıp yıkandık, tılsımlandık. Sırlanıp dualandık. Sıra sıra kızın yanına girip düğümü çözmeye çalışacaktık.
‘’Kıza Tüysüz’ün kutusunu gösterip onu iyi bellemesini, başına yeşil bir sarık dolayacağını ve ondan başka kimseyle konuşmamasını söyledim. Düğümcüler sıra sıra içeri giriyor hepsi Elif’in dilinin çözmek için değişik değişik dualar edip tütsüler yakıyor, danslar ediyorlardı. Elif’in yüzüne tükürenler de oluyordu, kafasından aşağı sular döken de. Elif gık demiyordu. Esaslı kızmış, bana yapsalar sağ pençemle bir yapıştırırdım ki Allah’ını peygamberine karıştırırdı. Neyse Elif dayandı dayandı ama sonra o kadın geldi.’’
Kutulardan çıktığımızda hakladığım düğümcüden arakladığım sakalı zamkla yüzüme yapıştırmışım. Kuyruğumu belime, yeşil sarığı da başıma doladım. Cübbemi giydim. Elime kızılcık dalından bir asa aldım. Bir haftadır eğik durmaktan kamburum çıkmıştı zaten. O kadın geldi sonra. Saçları yerleri süpürüyordu. Yüzündeki tüm çizgiler aşağı bakıyordu. Gözleri cin karaydı. Parmakları bir ağacın kökünü andırıyordu. Sanki yere dokunsa aniden toprağa karışıp filiz verecekti. Bir sürü düğümcü Sami Ağa’nın evinin bahçesine saksıda çiçekler gibi dikiliyorduk. Kadın koluma girdi. Başını koluma yasladı. Takma sakallarım kendiliğinden kadını sarmaladı. Sevgi, bir ömürden uzundur.
Kertenkele efesi, kadın da varmış orda. Onu neden bıraktın, dedi. Görmedim ki, dedim. Kadını aradık o gece. Bulamadık. Seni ispiyonlar. Gördüyse kesin ispiyonlar, dedi kertenkele efesi. Bi daha aradık kadını sazlıklarda. Bir sepet bulabildik sadece. İçinde de tanımadığımız bir kertenkele ölüsü vardı. Korkmadık.
Fakat sona kadın yanıma gelince ben korktum. Cümle civarın kertenkelesi Sami Ağa’nın evinin etrafında pusuya yatmış bekliyordu. Bunu biliyordum. Daha iyi hissedebilmek için ayakkabılarımın tabanlarını çıkarmıştım. Yere yalınayak basıyordum. Kadın içeri girerken bir kertenkeleden haber yolladım Elif’e fakat kertenkele yolda ölmüş.
‘’Kadın Elif’e doğru geldi, karşısına diz çöküp oturdu. Elif düğümcülerin lal olduğunu biliyordu. Fakat bu kadın konuştu. Hiç. Beklemiyorduk.’’ Kadın eğilip dışardan duyulamayacak bir sesle Elif’e söyle demiş, ‘’Sevdiğin dışarıda. Seni kaçırmaya geldi, biliyorum. Sevdiğine kavuşasın. Ama ya benim sevdiğim ne olacak? Senin aşkın uğrunda benim sevdiğimi öldürdüler. Benim kocam düğümcü değildi. Şerbetli de değildi. Yalan söyledik hep geçinmek için. Ben kesitydim onun dilini,’’ demiş. Haliyle Elif de ‘’Neden kestin sevdiğinin dilini?’’ diye sorunca kadın şöyle cevap vermiş, ‘’Beni çok güzel kandırmıştı.’’
Sakalını ödünç aldığım düğümcünün sevdiceği Elif’in yanından çıkıp yayan döşendi yola. Kimse onun düğümcü olmadığını anlamadı. O anda ben de bilmiyordum gerçi.
Sıra bana geldi ve Elif’in odasına girdim. Beni görünce tanıdı gelip boynuma sarıldı. Albino da çıktı geldi. Ne yapacağız dediler bana. Üstümdeki urbaları ve sakalı çıkarıp Elif’e giydirdim. Çıkıp hiçbir şey demeden dağlara doğru yürümelerini söyledim. Yeşil sarığı takıp cübbeyi de giyince hatta bir de üstüne sakalı takınca tıpkı bir düğümcüye benzemişti.
Onlar odadan çıkınca çulları ve yorganları üstüme örtüp yatağa yattım. Bir düğümcü gelip de kendince tılsımlar yapmaya başlayınca yataktan kalkıp karşısına dikildim. Daha fazla dayanamadım. Pul pul derimi, çizgili gözbebeklerimi ve kocaman kuyruğumu görünce dili yerine geliverdi. ‘’İmdaaaaaat şeytan burdaaa şeytan burdaaaa…’’ diye haykırdı. Adamı tutup pencereden fırlattıktan sonra belimdeki altıpatlara davrandım. Sonra da gaz lambalarını yakıp yakıp yerde kırdım. Ağa’nın konağı alev alev yanarken kurşun saçıp dört bacakla koşarak dağ yolarını bulmuştum bile.
Kertenkelerle buluşma yerimize vardım. Bakındım. Elif yoktu. Nerede olduğunu sordum, Yağlıdirek ağası Sami’nin oğlu Bayram’a döndü, dediler. Güldüm, inanamadım. Nedenini sordum. ‘’Ben gelene kadar tutamadınız mı,’’ dedim. ‘’Tüysüz çok büyüdü dedi de gitti,’’ dediler.
Baktım sarığı, cübbeyi ve sakalları orada bırakmış. Bir çıkıya koydum hepsini. Sırtıma attım. Hakladığım düğümcüyü bizimkilerin nereye gömdüğünü öğrendim. Kazdım mezarı. Adam henüz tam çürümemiş, etleri kemiklerinden ayrılmamıştı bile. Taktım adama sakalları yüzüne, koydum üstüne sarığı ve cübbeyi. İki el de sıktım mevtaya. Sonra yattım adamın yanına. O mezarda boğulmak için şiddetli bir yağmur bekledim.
Ve o gece Bataklı Dam’ı sel aldı.
Onur Tuncay