Yeni bir şehre taşınmak, yeni bir kitap almak ile eş değer görünüyordu gözüme. Aklıma gelen bu teşbihin bu şehirde ilk defa bulunmam ve kitap almayı sevmem ile bir ilişiği olabilirdi pek tabi. Kitabı okumak için nasıl sayfalar arasında geziniyorsam öyle gezinmeliydim sokakları ki şehri okuyabileyim. Sözler duvarlarda ve yollarda yazılı, tasvir edilen tüm tabloların boyası binalara ve insanlara renk veriyor. Sanki fırçam elimde ve resmettikçe, sanki kemanım ve kalemim ellerimde, notalara ve kelimelere döktükçe, ruhum şehri kavrıyordu. Daha da kavrayabilmek için gözlerim açlıkla etrafı süzüyordu ve adımlarım sabırsızlık ile neşeye takılmış, takip etmekteydi yolları.
İnsanların havadan sudan konuşurken güzel diye sıfatlandırdığı, insanı rahatsız etmeyen bir ılık Akdeniz esintisi ile tatlandırılmış günlerden biriydi bugün. Gün ışığı ve bulutlar birbirleri içine akıyor, insanda ısınma ve üşüme isteğini aynı anda uyandırıyordu. Gezginler ve meşguller, ermişler ve ermemişler, kendilerini dışarı atmış, akın akın bir yerden bir yere ulaşmaya, bir meşguliyeti yerine getirmeye veya aylaklık etmeye çabalıyorlardı. Aralarında benim gibi nereye gideceği belli olmadan havanın ve şehrin tadını çıkaran, hayatının dahi nereye gittiğini bilmediğinden kendini yollarda kaybetmişler var mı diye merak ettim. Aceleci kalabalığın içinde sallana sallana yürüyen, önüne değil de kafasını kaldırıp şehir mimarisine ve göğe göz gezdiren başka romantikler de var mıydı acaba? Yalnızlığımdan bir parça vermek, yalnızlıklarından bir parça almak isteyeceğim düş tutkunlarını görmek için baktım. Ama bakmakla görülmüyordu.
“İyi günler” dileyerek girdim, yolda gördüğüm küçük bir sahafa. İçerinin kokusundan kitapların en az yarısının sararmış ve ikinci, belki de bilmem kaçıncı el olduklarını tahmin ettim. Eski kitap, taze kahve ve toz kokuyordu içerisi. Güzel bir müziği nasıl uyumlu notalar oluşturuyorsa, bu birbirine uyumlu kokular da müzik gibi geldi burnuma.
“Hoş geldiniz” diyerek selamladı beni, kasanın ardından ancak kafasının yarısını gördüğüm ve kıvırcık saçlı olduğunu anladığım Kitapçı. İnsanlarla pek haşır neşir olmayışımın getirisi bir ne yapacağını bilmezlikle adama gülümsedim ve kitaplara bakmaya başladım.
Ya eskimiş basımlara denk geliyordu gözüm ya da yeni basılmış ancak değerli veya derin olmaktan çok popüler görünen eserlere. Elim kitapların çekiciliğine dayanamıyormuşcasına üzerlerinde geziniyor, bazılarının sayfalarını okşayarak kalitelerini ölçüyordu. Rafların ardından bir sesin gelmesi ile dikkatim dağıldı.
“Efendim?” diye seslendim.
“Kahve içer misiniz diye sormuştum.”
Birilerine zahmet çıkarmaktan çekinen yapım ile taze kahvenin kokusuna dayanamayan tarafım çatıştı.
“Olur tabi, teşekkür ederim”
“Sütlü, sütsüz?”
“Sütlü lütfen” diyerek gülümsedim.
Sonunda raflarda bir kitap gözüme çarptı ki geçmişimin tozlu dolabının kapağı açıldı ve beyaz perdeme bir anı yansıdı. Hemen elime aldım Huzursuzluğun Kitabını. Hafızamdaki anı ile kitabın ismi beni gülümsetti. Küçük bir çocuktum, kaç yaşında olduğumu hatırlamıyorum. Ortaokulda arka sıralarda oturur elime ne geçerse onu okurdum ki şimdi dönüp baktığımda pek de derin yapıtlar olmadıklarını hatırlayarak, durumu komik bulduğum gibi biraz da utanıyorum. Günlerden bir gün babamın bana oldukça ağır gelen kitaplarına göz dikmiştim. Eğer ki onun okuduğu kitapları okursam belki de ilgisinden bir parça koparabilir ve yaşından büyük işler yapan bir çocuk olarak takdir görürüm diye düşünmüş, bu kitabın bir farklı basımını kapıp benimle beraber okula götürmüştüm. Kitabın içinden bir cümle bile hatırlamasam da sayesinde o küçük yaşımda bunalımlara girip çıktığımı unutamam.
Kitabı bir de bugünkü zihnimle incelemek, belki de beni ben yapmış cümleleri aramak için satın almaya yöneldim. Kahvem de hazırdı.
“Bir kalemim eksik, onu da aldıktan sonra altını çizerek okumaya başlarsam tam olacak.” dedim gülerek ve kitapçıyı da gülümseterek. Kitabı satın aldıktan ve kahvemi de kapmamın ardından küçük kahverengi iskemlelerden birine oturdum. Kendisine de kahve yapmış kitapçı yanımdan geçerken, bilmediğim şehrin tanımadığım kitapçısına duyduğum ansızın gelen bir merakla seslendim.
“Siz de kitap okumayı sever misiniz? Yoksa sadece satmayı mı seversiniz?”
Soruma gülümseyerek, yaklaştı ve “Fayda sağlamayı severim. Okuyarak kendime, satarak ise başkalarına.” diye cevap verdi. Elimle karşımdaki iskemleyi işaret ederek benimle sohbet etmesini ve kendinden daha da bahsetmesini dilediğimi belli ettim.
“Huzursuzluğun Kitabı’nı okudunuz mu?”
“Hayır, hatta pek satmadım da.”
Cevabı üzerine neden bu kitabı aldığımla ilgili anımı da döktüm kendisine. Kahvemden de bir yudum almaya çalıştım o sırada ama sıcaktı. Kitapçı ise kolayca içiyordu kahvesini benim hikayeme gülümserken. Kahve şekersizdi ama tekrar zahmet çıkaramazdım. Bu yüzden kahve için teşekkürümü araya sıkıştırıp bu konuyu sonsuza kadar kapattım.
“Hatırladığın ilgi çekici bölümler var mı kitapta?” diye sordu.
“Hatırımda olmasa da kitapta hemen bulabiliriz.” dedim ve konu bulacağım ve susmak zorunda kalmayacağımız için sevinerek kitabın ilk sayfalarından bir cümle seçtim.
“Gençlerin çoğunun Tanrı inancını yitirdiği ve bunu vaktiyle atalarının Tanrı’ya inandığı gibi, yani niye olduğunu bilmeden yaptığı bir zamanda doğdum.” diye okudum. “Siz bir yaratıcıya inanıyor musunuz?”
“Tüm bu görkemin ardında bir tanrı olduğuna inanıyorum ancak kendisinin pek de bizi dinlediğini veya günah ve sevaplarımızı dert ettiğini düşünmüyorum.” diye cevap verdi deist olduğunu belli eden kitapçım. “ya siz?”
“Ben Yaratıcı’nın varlığını da yokluğunu da kanıtlayamayacağımız görüşündeyim. Dolayısıyla dinlerin de.” diye cevap verdim, agnostisizmin mantığına olan sonsuz özgüvenimle. “Asıl şunu sormalı, kitapta dendiği gibi niye olduğunu bilmeden mi buna inanıyorsunuz yoksa gerekçeleriniz var mı?”
“Bilinçaltının müthiş bir hesap makinesi olduğunu düşünürüm hep. Mutlaka kuvvetli bir yaratıcı tarafından özenle tasarı edilmiş olduğunu düşünmem bundandır. Yaradılışı bir kenara işlevi de muazzamdır şu bilinçaltının. Bizler bilgiyi, veriyi kendisine teslim ederiz ve her birini kendi kendine birleştirmesinin, ayrıştırmasının, bağlamasının ve hesaplamasının meyvelerini yeriz. Hem de kendisine bir kere bile teşekkür etmeden. Ben de işte böyle sezdim bu fikri.” diyerek gülümsedi.
“Söylediklerinize göre hayatta edindiğimiz tecrübeler ve bilgiler makineye işlenen birer veri öyle mi? Öyleyse makine elindeki bilgilere göre çalışacaktır ve yetkin olmadığı konularda şaşıp kalacaktır. Yaratıcı hakkında az bilgi ile onun varlığı veya yokluğuna karar verme gücüne sahip değiliz.”
“Yeterli veriye sahip olmadığı bir konuyla karşılaşan bilinçaltı, benzetme ve çıkarım yoluyla ipuçlarını yakalar, mutlak olmasa da bir sonuç sunar. Biz de buna “tahmin” deriz. Düşüncelerim de öyleler işte, birer tahmin. “
“Tahminler oranlarla gösterilirken, yüksek mi yoksa düşük mü çıkacağı bilinmez. Tahmin tekinsiz olduğu için tahmindir. Bana sorarsanız bilinçaltımızın veriler ile hesap yaptığı düşüncesini doğru buluyorum. Ancak tahminler üretmesindense bilmesini tercih ederim. Ne kadar bilgi ile beslenirse o kadar bilecektir beyin. Bu yüzden kitaplar en önemli besinlerdir.”
“Neden bir kitapçı olduğumu açıklamama gerek kalmadı öyleyse. Bu yüce görevi üstlenme hevesimi tahmin edebiliyorsunuzdur.”
“Yine de bana tahmin ettirmeyin. Bana bilgi verin.” dedim gülümseyerek.
Kitapçı gülümsememe nazik bir karşılık verip kahvesinden bir yudum aldı.
“Yine de aklımı kurcalayan bir soru var,” diye devam ettim “sırf alınan bilgiler doğru diye insan hep doğruyu mu bilir? öyle olsaydı herkes her durumda haklı çıkmaz mıydı? ve düşünceler de çeşitli olmazdı.”
“Sanırım burada bilgiler, veriler ve hesaplardan daha temel şeyler var. Bahsettiklerimizi insan dışarıdan alırken, onları yorumlama biçimini çoğunlukla içinde barındırır. Bundan ki düşünceler renk renktir.”
“En baştan bakarsak hikayeye, insan bir fıtrat ile doğar, bilgileri tüketerek büyür, bilgi ve fıtrat bilinçaltında birleşir, ortaya düşünceler ve fikirler çıkar.”
“Doğru.”
“Öyleyse niçin iyi olduğu kadar kötü fikirler de vardır? Bir aşağılamaya biri sözle diğeri cinayet ile karşılık verebilir. Aynı durumda biri doğruyu sezerken diğeri yanlışı sezebilir. Öğrenilen bütün bilgilerin değişmez birer doğru olduğunu varsayalım. Yine de bu yolda fıtrat ile birleştiğinde etik olmayan niyetlere sebebiyet vermesi olasıdır. Fıtrat, yani yaradılış, iddianıza göre yaratandan ötürü ise Tanrı insanoğlu ile dalga geçiyor sayılmaz mı?”
“Nasıl dalga geçtiğini pek anlayamadım.”
“Düşünün, insana ne verirse insan dönüp dolaşıp onu gerçekleştirecektir. Çünkü bir şeyin doğru veya yanlış olması bir yana, yanlışı mı doğruyu mu istedikleri, bazen de eylemin yanlış mı doğru mu olduğuna karar vermeleri Yaratanın verdiği doğuştan bir fıtrat ile olacaktır. Bir insan şiddete eğilimli bir doğaya sahipken, dünyadaki tüm şiddete karşı bilgiler de verilse, şiddet eylemini kendinde hak bularak gerçekleştireceği durumlar doğacaktır. Yaratıcı koymuştur içine bu bakış açısını. Başkasının iltifat anlayacağını o hakaret anlar. Milyarlarca insan yaratmış, eşsiz biyolojik özellikler ile döşemiş, birbiri ile çatışabilecek tüm olasılıkları bir gezegen içine koymuş, cinayet ile doğumun, savaş ile barışın, acımasızlığın ve merhametin, birbiri içine geçmiş tesadüfler veya kendine ait büyük bir plan ile çatışmasını, birbiri içine girmesini, gelişmesini izlemiştir. Edilen dualar cevapsız kalırken, tesadüf eseri gerçekleşen bir dilek yüzünden yaratıcının onları kolladığına inanmıştır bazı insanlar ve tüm acıları sınav diye adlandırarak bütün kederi, hüzünü, acıyı ve öfkeyi yaratan yaratıcıya minnet duymuş, kendileri ile dalga geçildiğini görmezden gelmişlerdir.”
“Sizin fıtratınızdan gelen bu yorumlama ile gerçekten de yaratıcı alaycıdır. Ancak inançlılar açısından acı ve kederin, savaş ve yıkımın, gerçekten birer sınav olduğunu, felaketlerin daha büyük bir amaca hizmet ettiğini, insanoğlunun dileklerini ve dualarını onlara iyi gelmeyeceği için veya hak etmedikleri için gerçekleştirmediğini, hak edenlerin iyiliği bulduğunu ve güzelliklerin minnet duyulası birer ödüllendirme olduğunu gerçek ve doğru kabul edebiliriz. Sizce de din veya yaratıcı bir inanç konusu değil midir? Bilgiler ile veriler bilinçaltı ile iş birliği yaparak somut dünyada yolumuzu bulmamızı sağlayabilir ancak soyut dünyada bir tane yol yoktur. Tin, sonu görünmeyen dallarda dolaşır.”
“Öyleyse siz niçin bilinçaltının gücü ile bir tanrıyı kabul ettiğinizi ancak dinleri reddettiğinizi söylediniz?” diyerek gülümsedim, bir açığını yakalamanın mutluluğuyla.
“Hatamı düzeltmeme izin verin. Konuşmalarımız boyunca doğru fikirler yürüttüğümüzü varsayarsak, bilinçaltının bilgi ve fıtratı birleştirdiği yerde, benim doğam inançsızlığa yatkınken, bu doğayı besleyecek bilgiler ışığında yola çıkmış ve de bir görüş edinmemiş, bir inanç edinmişim.”
“İnançlar, insan doğası ve bilgiler toplanıp bizi olduğumuz noktaya ittiğine göre, bulunduğumuz her anın, olduğumuz kişinin, zamanın ve yaşamın ne büyük bir çaba ile oluştuğunu düşünmek, kendimi ve hayatımı sevmemi, en azından kendime ve hayata saygı duymamı sağladı.”
“Bütün bilim dalları bütün canlılar için kendi payına düşeni yapıyor ve milyarlarca insan bu tuvali bambaşka renklerle boyuyor. Gerçekten de her birimizin rengi özel. Tin sonsuz.”
Sessizce kahvelerimizin son yudumlarını içtik.
“Ben de eve gidip kitabımı okuyayım artık. Bu bilinçaltının da besinine ihtiyacı var.” diyerek iskemleden kalktım.
“Doğanızla bilgileri yorumlarken, başkalarının da doğası ve fikirlerini öğrenmeyi unutmayın. Birden fazla renk bilmek her zaman işimize yarar.”
Gülümseyerek ve başımı “başüstüne efendim” dercesine sallayarak kitapçıdan uzaklaştım.
Bir Tanrı’nın mı yaratıp yaratmadığını bilmediğim, insanın kendine özel hamuru ve onu şekillendiren dünyevi veriler ile oluşmuş onlarca heykel geçti yanımdan. Kalabalık bir sokakta, insanları değil sanat eserlerini görerek aralarından sıyrıldım. Eve vardığımda artık kendi hamurumu da güzelce şekillendirmenin peşindeydim.
Merve Ç
Ayrı ayrı haklı bulduğum iki fikrin karşılaşmasından yeni bir bakış açısı kazandım.Ve evet,Tanrı alay ediyor:)