Güneşin batmaya yüz tuttuğu bir öğle sonunda ahşap sandalyeye oturmuş saçının uçları yeşil renkli kadın denize doğru uzun uzun bakıyordu. Saçının uçları yeşil renkli kadının bu esrarengiz bakışları günlerdir ortaya çıkmaya hazırlanan duygularının habercisiydi. Göğsünde onlarca duyguyu gizlemeye çalışan saçının uçları yeşil renkli kadının artık saklayamadığı bir duygu usul usul gözlerinden birer gözyaşı olarak ayrılıyordu. Özlem. Uzak bir yerler ile ilgisi olmayan bu özlemin sancısı çok hararetliydi fakat saçının uçları yeşil renkli kadın akıl almaz bu gürültüyü gülümsemeleri ardına saklıyordu günlerdir. Liseden arkadaşlarıyla dinlenmek için geldiği bu sahil kasabasında her gün, güne gülümseyerek başlıyor ve herkese neşe saçan sesiyle dinlenmeye devam ediyordu. Yalnızca bazı günler arkadaşlarından uzaklaşarak sessizleşiyor ve denizin kumla buluştuğu bu yerde ahşap sandalyeye oturup sonsuzluğa karşı mahzunlaşarak kendi kendine fısıldaşıyordu.
Ahşap sandalyeye her gelişinde kederli bir hissi yanına alarak yeni bir sorunun cevabını merak ediyordu. “Tanrım” dedi, hüzünlü bir ses ile “sahiden bu koyu sonsuz maviliği, özlemimi hatırlatmak için mi yarattın?” Güneşin vedasını uzun uzun seyrettikçe kalbinde bir boşluk oluşuyor ve o boşluğa sığınmak istiyordu. Özlemi onu çepeçevre sararken kollarının bedenini saramadığı düşüncesi ona, onu sarıp sarmalayacak bir çift kolu hayal ettiriyordu. Bu hayal, özleminin kederli yanını biraz da olsun hafifletiyordu. Fakat gençliğini getirdiği bu sahil kasabasında her yerde olduğu gibi kendini yalnız hissediyor ve yalnızlığa mahkûm olduğunu kabul etmeye çalışıyordu.
Oysa yüzüne taktığı gülümseme ve neşe saçan sesiyle yalnız olmadığını hissediyordu kimi zaman. Gerçekliğin acılı tarafına rastladığında ise arkadaşlarından uzaklaşıyor, özlemine sarılmak istiyordu. Özlem, onu gerçeklik karşısında sarıp sarmalayan bir duyguydu ne kadar hüzünlü olsa da. Saçının uçları yeşil renkli kadın da bir insandı, bu nedenle onu boğuluyormuş gibi hissettiren anlara karşı direnmek istiyordu. Fakat yalnızlığını kabul ederse yüzüne takmış olduğu gülümsemeden ve neşe dolu sesinden vazgeçmek zorunda kalacaktı. Çünkü yalnızlığın böyle küçük şakaları vardı. Vazgeçemiyordu fakat yine de direnmek istiyordu. Saçının uçları yeşil renkli kadının görünen tablosu insan olmanın bir trajedisiydi.
Derin bir nefes aldı, gözlerini kırpmadan baktığı sonsuzluğun koyu mavisine bakarken. Aldığı nefesin yoğunluğu ciğerlerinde papatyalar açtıracak kadar ferahtı. Fısıldamaya devam etti: “Yaşama olan küskünlüğün sebebi de neydi? Sanki her birimiz bir amaç uğruna var olmuyor muyduk? Yoksa amaçlarımızı mı unuttuk?” Gözlerinden yaşlar bir gök gürültüsü tesirindeki sorularla yavaşça akmaya devam ediyordu elmacık kemiklerine. “Yoksa kayıp mı ettik çocuksu ruhumuzu?” Cevapsız sorular art arda dizilmiş bekliyordu, sanki onu zihninin derinliklerinde. Sorular hızlanıyor, cevaplar yok oluyordu. Bir anlam bulamıyordu, bu oturuşuna, bu fısıldayışına. Oysa insanın var olduğu her zaman diliminde bir anlam yok muydu? Yoksa, saçının uçları yeşil renkli kadın bu anlamı bulamıyor muydu? Yalnızca anlamını bulamadığı bu an, diğerlerinin habercisi miydi?
Rüzgarlar esiyordu koyu mavilik topluluğundan, düşleri savruluyordu, adını bilmediği sokaklara. Sahil kasabasının kavşaklarında buluşuyordu düşleri. Denize karşı prangalanmış acılar içinde kıvranırken direnişin ve inancın verdiği o cesaretle gözlerini göğe diken Prometheus’u düşünüyordu. Zihninin orta yerine bir çözüm bulutu düştü. İlkokul sıralarında iki artı ikinin artık sonucunu bulduğundaki gülümseyişiydi, yüzünde beliren. “Bu kıpırdanışsızlığın sebebi günün sonunda Prometheus olduk fakat bir zincire vurulmadık sert rüzgarlara karşı. Direnişle ortaya çıkan özgürlüğümüz zehirledi bizi. Anılarla bulanmış düşünceleri durduramadık, kapı kapıyı açtı gözler uykuya bırakıncaya değin kendini.”
Saçının uçları yeşil renkli kadının kalbi küllere bulanmış ağaçlarla doluydu. Bulduğu bu ışığın da zihninin merakları yanlarını aydınlatamayacağını anladı, çaresizlikle karşıladı bu durumu. İnsan olmak, karanlık kuytu gecelerde ağrıyan bir zihne çare ararken çaresizlikle karşılaşmaktı kimi zaman. Düşünmekten kaçmak istiyordu. Bir sanıya kapılıp mutlu olmak ve her sabah olduğu gibi neşe saçan sese sahip olmak istiyordu. Belki günün birinde, bu ahşap masanın etrafında düşünmekten kaçıp özgürleşebilirdi. “Düşünmek istemiyorum artık.” dedi buğulu bir ses tonuyla ve ekledi: “Ben artık özgür olmak, özgürleşmek istiyorum.” Prometheus’un kayalıklara çivilendiği bu yerde, o da şimdi bir ahşap sandalyede oturmuyor muydu? Bir an zihnini al aşağı eden fikirler türedi, göğe baktı ve yeni tanıştığı fikirlere odaklanarak düşünmeye devam etti. Bu ahşap sandalyeden aniden kalksa, 928 metre yürüdükten sonra birlikte dinlenebileceğini düşündüğü arkadaşlarının yanına gitse, çaresizliği yüzünden okunurcasına aklına gelen her şeyi söyleseydi. Deseydi ki arkadaşlar ben iyi değilim, galiba. Yani bazen sizin aranızdayken bile bir boşluktaymışım gibi hissediyorum. Birbirlerimizin isimlerini, küçük değerli anılarını bilsek bile bir bütün olamadığımızı hissediyorum. Bir yalnızlık hülyasının esareti içerisindeyim, özgürleşemiyorum. Yalnızca kaybolmuş bir yelkenli gibi oradan oraya savruluyorum, karanlık gecelerde. Limanlarınıza gelsem bile bir bütün olmaya doyamıyorum. Bütünleşemiyorum. Bütünleşemediğim her an yalnızlaşıyorum. Kalabalıklara sığınıyorum, kendime bir yer arıyorum insan toplulukları arasında fakat bana bir yer yok. Aldatmacalara sarılıyorum. Kendimi büyük bir şehvetle aldatmaya çalışıyorum kalabalıklar içinde. Yalnız değilim fakat başımı her yastığa koyduğumda yalnızca kendimle değil miyim? Gözlerimle gördüğüm sizler, orada yoksunuz. Zihnimin arkasında bir yeriniz yok. Kalbimle bakamıyorum size, kalbimin gözleri kör.
Ahşap sandalyeye oturan saçının uçları yeşil renkli kadın hayıflanmıştı, yapamayacaktı. Kendinde bu cesareti göremedi. Onu anlayamayacaklardı. Diyeceklerdi ki; gel buraya biraz dinlen, yorulmuşsun. Başlarından atacaklardı, başının sızısına sebep olan hisleri. Belki bu oturduğu ahşap sandalyeden kalkıp çocukluğuna gidebilseydi onu birileri anlayabilirdi. Her gün ekmek almak için yanına gittiği bakkal amca yeni bir hikâye anlatırdı, tüm hayatı gözler önüne getiren meraklı bir hikâye. Saçının uçları yeşil renkli kadın o çocuksu haliyle günlerce o hikâyeyi düşünür ve durduramadığı hisleri bir süreliğine uyutabilirdi. Artık uyumak istiyordu. Karanlık mavi topluluğundan gelen esinti, teninde yerler edinmiş ve onu usulca okşuyordu. Tatlı bir uyku bastırıyordu saçının uçları yeşil renkli kadına, bir yandan titriyordu. Henüz titrediğinin bile farkında değildi. Çocukluğunun geçtiği sokakları ve oyun arkadaşlarını hatırlıyordu. Çocukluk anıları, insanın ruhunu rahatlatan böylesine bir saf bir şeydi sadece. Sessizleşti, mahzunluğu ahşap sandalyeye sirayet etmiş saçının uçları yeşil renkli kadının anıları gözleri önünde belirmeye başladı.
Güler, Güler, Güleeer! Bir an irkildi, ismini karanlıkta duyuyordu. Sanki karanlık, ona ismiyle haykırıyordu. Güleeer, neredesin? Kalbi göğsüne hızla çarpıyor ve nerede olduğunu söylemekten bile korku duyuyordu. Oysa onu, titremesi nerede olduğu konusunda ele vermişti. Henüz dünyadaydı, belki de hala! Korku ve endişeli gözlerle ona yaklaşan arkadaşları aynı soruyu bir bir sıralarken -neredeydin, çok korktuk, seni arıyoruz saatlerdir, neredeydin Güler, titriyorsun Güler! – özgürlüğe koşup geldiği bu ahşap sandalyeye zamanı unuttuğunu anlamıştı. “İyiyim, merak etmeyin!” Titreyen sesiyle devam eden sorulara cevap veriyordu. Zira o bile, nerede olduğunu bilmiyor ve nerede olması gerektiğini arıyordu ömrü boyunca.
Arkadaşları onu aceleyle yaktıkları ateşin yanına oturtup ona bir çay uzattılar. Her biri yeni sorular soruyorlar ve ondan bir cevap bekliyorlardı. Fakat saçının ucu yeşil renkli kadın sanki onları duymuyor ve onu ısıtan ateşe doğru yaklaşıyordu. Ateşin etrafına çember oluşturup oturan arkadaşlarından bazılarının elleri onun omzuna ulaşıyor fakat titreyen bedenin ürpertisini kalplerinde hissederken ellerini ondan çekiyorlardı. Sorular, bekleyiş ve cevapsızlıkla geçen uzun süreye artık bir sessizlik hâkim olmuştu. Bu sessizliği bir gülümseyişle bozan arkadaşı kendinden emince bir tavır takınarak herkesin gözüne bakıyor ve şunları söylüyordu: “Güler bazen böyle olur. Zaten her insan bazen böyle olur.” Bu ifadeler sorularına cevap arayan kimseleri arayışlarından vazgeçirdi ve bir süre sonra yavaşça ateşin etrafından uzaklaşıp çadırlarına yakın yerlerde yeni ateşler yakarak başka bir anı, bir gülmece, bir sohbet ve küçük aşk anılarıyla gülüşmelere başlamışlardı. Saçının uçları yeşil renkli kadınsa hala sessizlikle hızlıca yakılmış ateşin yanında oturuyor ve küllenmeye başlayan küçük odunları izliyordu. Hala oradaydı, ahşap sandalyede. Prometheus gibi. Yüzyıllar geçmişti. Nice bebekler doğmuş, büyümüş ve ölmüşlerdi fakat hala Prometheus oradaydı. Saçının uçları yeşil renkli kadınsa hala ahşap sandalyedeydi.
“Neden?” diye bir ses duydu. Bu sese yabancıydı, irkildi. Arkasına döndü ve onun gibi küllere dalmış birisi vardı. Sorusuna bir cevap beklemezcesine devam etti. “Biliyor musun Güler, bunca yıl özgürlüklerimizi kazanabilmek için direndik ve hepsi onurlu birer davranıştı. Fakat bazı özgürlükler tutsaklıktır. Bir tane olmak, özel olmak ne de değerli öyle değil mi fakat yalnızken hiçbir değeri yok, bir anlamı yok. Güler,” derin bir nefes aldı ve gözlerine kesildi. “Bu dünyada bizim birbirimizden başka kimsemiz yok. İnan bana, tut elimden.” Saçının uçları yeşil renkli kadın duraksadı, çaresiz bir hüzün yüzünde belirdi, parmaklarını hareket ettirdi. Onu anlıyordu, onu hissediyordu fakat yerinde öylece duruyordu. Bir korku… Bir korku vardı göğsünün ortasında. Duymuş olduğu cümle zihninden tekrar tekrar geçiyor ve her bir kelimenin arkasına, sağına, soluna bakarak onu anlıyordu fakat ne gelirdi elden. O ele uzanıp tüm bu arayışlardan ve sorulardan çıkmayı diledi. Bu el onun için koca bir boşluktu, bu boşluk ciddi ölçüde güven veriyordu, ferahlıyordu fakat başka ateşlerin yanında oturan arkadaşlarını izledi. İçli içli döndü ateşe. “Ne gelir elden…” diyerek hayıflanmaya devam etti ve sessizliğe bir direniş!
Titremeden konuşabiliyordu artık. “Ne kadar yazık, öyle değil mi Suskun? Zaman geçiyor. Hep geçiyor, durmuyor. Zaman geçtikçe, ömür yolunda yürürken kendimize dair bir şeyleri kaybedebiliyoruz ve onsuz yaşayamayacağımız onca düşüncemiz yerle yeksan olurken bizler yaşamaya devam ediyoruz. Artık hislerim yok kalbimde. Birer birer dökülüyor umutlarım. Kayboluyorum güneşin varlığında. Yol yok, yürüme yok. Beni bekleyen herhangi bir şey yok.” Ateşin kızıllığıyla büyülenen Suskun sanki hiç duymamış gibiydi. Fakat duyduğu onca cümlenin ne anlama geldiğini biliyordu. Bir vedayı hazırladı gençliğinden, bir vedaya hazırlamak istedi oturuşunu. Artık sessizliği gittikçe duyulamaz hale geliyordu. “Bir direnişçiydi Prometheus. Özgürlük adına direndi. Tanrılar onu cezalandırdı. Yüzyıllar geçti üstünden. Küçücük çocukların kolları fabrikalarda ayrılırken bedenlerinden, her birimiz Prometheus olduk umarsızca. Özgürlüğümüzü kazandık. Fakat sonra, bazı özgürlükler geldi ve bazıları daha. Sonra özgürlüklerle cezalandırıldık. Tanrılar tarafından değil. Bizim yarattığımız Tanrılar tarafından. Onlar bizi cezalandırdı, kalabalıklar içerisinde kalbimizdeki boşluğa sarılıp yalnızlığın acı uğultusunu zihnimizde hissettik ve anladık ki bazı özgürlükler tutsaklıktır.”
Saçının uçları yeşil renkli kadın Suskun’u pek anlayamıyor fakat anladığına dair mimikler ortaya sunmak istiyordu. Çünkü onun konuşmasının bitmesini istemiyordu. Onun bir sesi olduğunu bile ilk defa fark etmişti. Bu duyduğu yeni ses onu ferahlatıyordu. Gözlerine ciddiyetle bakmasına karşın Suskun öylece küllere dalıyor ve elindeki bir dal parçasını ateşe yaklaştırıyordu. “Yaşam bir limanlar ülkesi, ne çok gelip giden var bir çalkantıda. Çalkantılarında ne varsa! Bakma, günler boyu en içten gülümsemelerle bir gelen hıçkırıklarla bir giden teknelerin gövdesindeki renkli harflerle yazılmış isimlere. Yolun sonunda sana kalan ancak bir durulup bir şahlanan deniz, ömrün boyunca.” Derince bir iç çekti Suskun, ardından sessizleştiler. Bir zaman sonra saçının uçları yeşil renkli kadın sessizleşti, daha sonra Suskun da sessizleşti.
Etrafta kimseler kalmamış ve herkes çadırlarını toplayıp kasabaya gitmişken saçının uçları yeşil renkli kadın hala oradaydı. Suskun çoktan yol almış ve ortalıkta görünmüyordu ve bu durum kimse için önemli değildi zira hiçbir kimsenin böyle bir sessizliğe de ihtiyacı yoktu. Saçının uçları yeşil renkli kadın sönmeye yaklaşan ateşin yanında, Suskun ahşap sandalyedeydi. Gök gürüldüyor, yağmur yağıyor; deniz bir gidiyor, iki geliyor yine de o sesini çıkartmıyor, hiçbir şey söylemiyordu. Denizin erken saatlerinde sahile gelen balıkçılar büyük bir korku ve endişeyle denizden kaçıyor, yalnızca Suskun ahşap sandalyede oturuyor ve susmaya devam ediyordu. Sanki o konuşsa deniz geri çekilecek, güneş doğup kırlardaki papatyalar açacaktı fakat o çıt bile çıkarmadan sessizce ayağına kadar gelen denizi izliyordu. Çünkü ona isminin verildiği gün, gelecek adına ismine bir bilgi saklamışlardı. Suskun artık o bilgiye hakimdi. Onca yüksek sesi mülk edinmiş bu dünyada konuşmak beyhude bir yola çıkardı. Anlatabilmek için kütüphanelerden tuğla tuğla sözcükleri heybesinde taşısa bile, onlar anlamayacaklardı.
Evren Sarı