Run to the rescue with love
And peace will follow
River Phoenix
Terapinin üçüncü ayında ilginç bir şey oldu. Nesnelerin içinden geçebildiğimi öğrendim.
Terapistim her zamanki neşeli yüzüyle elimi sıktı, yüzünde çiçekler açıyordu. Karşıma çıkan duvarları aşmaktan vazgeçtiğim için beni tebrik etti. Ona göre artık teslim olmayı öğrenmiştim. Artık duvarların içinden geçebilirdim. Bunu nasıl yapacağımı sordum. Sadece duvara toslamam gerektiğini söyledi. Omzumu sıkan parmakları anamın yüreği gibi yumuşacıktı. Dediğini yaptım.
Terapi odasının açık mavi duvarlarının içinden geçtim. Bu suya girmek gibiydi; dıştan içe büyüyen bir tamlık hissi, dünya saydam bir iskelet, gerçek çıplaklık. Ne yapsam bunu sözlere dökemem. Ama yaptım. Sonrasında odadaki birçok eşyanın içinden geçtim. Maun masanın ve duvarı kaplayan koca kütüphanenin. Sandalyelerin ve kapının ve mutfak tezgahının. Sonra minik nesnelerin; kitapların, su şişesinin ve kahve fincanlarının. Tüm bunları düşünmeden yapıyordum. Sadece yapıyordum. Hatta cesaretlenip sevimli terapistimin içinden bile geçtim. Bana hayranlıkla baktı, onun en iyi danışanı olduğumu söyledi. Ona binlerce kez teşekkür ettim ve kendimi sokağa attım.
Karşıma çıkan ilk kişinin içinden geçtim. Yaşlı bir adamdı; rengi soldu ve ağzını kocaman açıp bana baktı. Sonra önümde diz çöküp dua etmeye başladı. Baya keyifliydi. Herkesin içinden geçtim, karşıma çıkan herkesin ve her şeyin. İnsanların, trafiğin, otobüs duraklarının, banka sıralarının, duvarların ve duvarları olan her şeyin. Ardım sıra beni izleyen ve gittikçe büyüyen bir güruhum vardı artık. Bir gösteri peygamberiydim! Göğe yükselen huşu nidalarını duymalıydınız. Yüzlerce insan önümde eğildi ve beni selamladı. Hepsinin beti benzi atmıştı.
İnsanın böyle bir meziyeti olunca öylece eve gidemiyor. Ben de kendimi yollara vurdum. Ormanların ve şehirlerin içinden geçtim. Bir ağacın tam ortasında durup onun gibi hissetmeye çalıştım. Bir sokak köpeğinin şeklini alıp onun gibi yürüdüm. Sonra bunu insanların üzerinde denemeye başladım. Onları taklit ettim. Sinsice arkalarından yaklaşıp onların içine girdim. Ellerimi ellerine giydim, kalplerine kalbimi koydum. Onların gözünden dünyaya baktım.
Müthişti! Bu saydamlık hali beni her türlü acıdan koruyordu. Bir aşık gözlerinden yaşlar dökülürken ben onun içinde huzurla kalabiliyordum. Bir ihtiyar döşeğinde ölümü beklerken ben onun hüznünden muaf, yüreğinin içinde atmaya devam ediyordum. Herhangi bir şeyin ortasında bir levitasyon gurusu gibi asılı durabiliyordum. İşin ilginci kimse beni farketmiyordu. Böylelikle acı çeken her şeyin içini varlığımın huzuruyla doldurmaya karar verdim. Adıma umudun sesi diyenler oldu. Tanrının ışığı diyenler oldu. Evrenin kudreti diyenler oldu adıma.
Sonra bir gün her yanı kanserli bir kız çocuğu başka bir şey söyledi. Yatağından doğrulup aynada hastalıklı yüzüne baktı ve merhaba, seni görüyorum dedi.
Ona kendi gözleriyle göz kırptım.
Beni neşelendirmeye çalışıyorsun. Biliyorum.
Ona kendi soluk gülüşüyle kibarca gülümsedim.
Teşekkür ederim ama sana ihtiyacım yok. Ölmekten korkmuyorum.
İlk kez biri beni farketmişti. Şaşkındım. Ve ilk kez kendi gözyaşlarım başkasının gözlerinden dökülmüştü.
Gördün mü? Bu yaşlar benim değil, ben böyle ağlamam. Ben ağlasam bile yüzüm güler. Benim için üzülen birine ihtiyacım yok.
Boynumu büktüm, kızın çıplak alnından başımı sıyırdım ve gözlerinden döküldüm. Onu odasında yalnız bırakıp hastanenin beyaz duvarlarından dışarı çıktım. Tekrar yollara vurdum kendimi. Yitik bir ruh gibi süzüldüm durdum.
Ayaklarım beni babamın çiftlik evine götürdü. Yanına gitmeden önce burçakların arasına gizlenip uzaktan babamı izledim. Verandada oturmuş güneşin batışını izliyordu. Üzerinde partal bir bahçıvan tulumu vardı. Dünyanın ortasında sakin ve yalnızdı.
Ona görünmeden evin arkasına dolandım. Sırayla mutfak ve salon duvarlarından geçtim. Sırtı bana dönüktü. Sessizce yaklaştım. Geniş omuzlarından içeri sızmak üzereydim ki babam başını çevirdi ve beni gördü.
Oğlum. Sen içeri nasıl girdin?
Arka kapı açıktı.
Duymamışım. Kusura bakma.
Sorun değil. Sen ne yapıyordun?
Burçakları izliyordum. Otursana.
Yüzünü batan güne döndü. Yanaklarındaki çizgiler derindi. Gözleri güneşin son ışıklarıyla doldu, uykuya dalan bir deniz gibiydi. Bir sandalye çekip yanına oturdum. Sanki görünmez iki el aynı anda ikimizin de omzunu sıktı.
Duvarların içinden geçmesem de olur diye düşündüm. Belki de etrafından dolanmak yeterliydi.
Ekin Gökgöz