“Bunca üzüntüye sebep olan zavallı adam en üzücü durumda olan kişi. Kötücül tarafı yok edildiği ve iyi tarafı tinsel özgürlüğe kavuştuğu zaman ne kadar sevineceğini bir düşünün.”
Dracula, Bram Stoker
Esma Yıldız’ın Günlüğü
14.04.2019
Bunları Eceabat’tan dönüş yolunda, otobüste yazıyorum. Aslında İstanbul’a kadar beklemeye kararlıydım ama yerimde duramıyorum. Kafam allak bullak oldu ve tırnağımı kemirip durmaktansa buraya içimi dökmek en iyisi. Aman Allah’ım! O nasıl bir adamdı öyle! O adamın gözlerinde yalnızlıktan başka bir şey yok. Orası kesin! Tamam sakin. Önce şu zihnimde hızla birbirine çarpan sesleri bir susturmalıyım. Eve döndüğümde ses kayıtlarıyla birlikte bu günlüğü de temize çekeceğim ama hala etkisindeyken onunla ilgili kafamdaki taze detayları buraya yazmalıyım.
Feridun Lemi… İnanamıyorum! Beni evine davet etti ve ben orda bir gece geçirdim. Hakikaten nasıl oldu? Konu oraya nasıl geldi hatırlamıyorum bile! Şimdi düşününce çok utanıyorum. O adamın karşısında sarhoş olduğum için çok utanıyorum. Allah’ım! Şarap çok gizel! Ay! Böyle dedim değil mi? O da buna uzun uzun güldü ve ben bütün gece ağzımı yaya yaya konuşmaya devam ettim. Sebepsiz yere sürekli kıkırdayıp durdum. Sonra bana geceyi burada geçirmek zorunda olduğumu çünkü bu saatten sonra İstanbul’a giden bir otobüs bulamayacağımı söyledi. Aslında haklıydı da, kendim kaşınmıştım. Onunla sohbet etmek, onu izlemek, hakkında merak ettiğim o kadar çok şey vardı ki! Ve benim için kurduğu sofra, sonra o meşhur Suvla şarabı… Şarap çok gizel! OF! Yüzüm kızarıyor düşündükçe.
Neyse işte! Orada kalmayı en nihayetinde ben de istemiştim. Adam şehirden uzakta bir çiftlik evinde yaşıyor ve o saatte dönüş için Kimi kandırıyorum ki! Oraya gittiğim ilk andan itibaren geceyi evinde geçireceğimi biliyordum. Yine de bana bu teklifi yaptığında niyetinin sadece benimle yatmak olduğunu düşünmeden edemedim. İtiraf etmeliyim belki isteseydi… O adamın derdi çok başka. Henüz bilmiyorum ama umarım bir gün anlarım.
İnzivaya çekildiğini ve asla röportaj kabul etmediğini biliyordum. Gazeteci arkadaşlarım bana onun kadınlardan hoşlanmadığını ve illa şansımı deneyeceksem genç, erkek bir aktör adayını öne sürmem gerektiğini söylemişlerdi. (Bu işten ve içindekilerden nefret ediyorum.) Öyle yapmadım. Kendimi ve bünyesinde çalıştığım sanat dergisini tanıtan uzunca bir mail yolladım. Ona çocukluğumdan beri hayran olduğumu ve bu hayranlığın asıl sebebinin oynadığı rezalet filmlerden dolayı olduğunu anlattım. Herkes ona ‘Köpekleri Vurdular’ filmindeki topal çoban rolüyle aldığı ödüllerden dolayı saygı duyarken ben onu ‘Kızıl Topraklar’, ‘Demir Bilek’ ve ‘Sonsuz Kaçış’ gibi ana akım aksiyon filmlerindeki kötü adam rolleriyle sevmiştim. Filmler cidden çöptü ama o muhteşemdi. Böyle dandik yapımlarda bile işine gösterdiği saygı beni hep büyülemişti. İşte ona tüm bunlardan ve niyetimin dergi adına röportaj yapmak olmadığından bahsettim. Yalnızca bir hayranı olarak buluşmak ve bir şeyler içmek istediğimi anlattım. Mailime iki gün sonra cevap verdi ve ben sevinçten havalara uçtum.
Olur. Ayarlayabilirseniz yarın Çanakkale’ye gelin. Saat mühim değil. Otobüsle mi gelirsiniz? Arabayla mı? Telefonunuzu iletirseniz sizi ararım. Sevgiler.
Ve sonra… Ah! Sonra işte… Yüreğim kabarıyor. Sanki manik depresif bir ruh halinde neşe ve hüzün kıyıları arasında savrulup duruyorum. Camın ardından akıp giden sarı yeşil tarlalar içimi ısıtsa da ben, bu sakin topraklarda belirsizce esen bir matem havası olduğuna inanıyorum. O yılların meşhur ve münzevi aktöründe gördüğüm de buna benzer bir şeydi. Ezinç içinde ağlayan bir çocuk yüzüne bir yunan heykelinin maskesini takmış gibiydi. Zavallı adam Sanırım ona acıyorum.
Beni otogardan almaya geldiğinde düşüp bayılacaktım. Olduğundan çok daha yaşlı gösteriyordu. (Kırk dört yaşındaydı, bunu doğruladı.) Kendisiyle uzun süredir ilgilenmediği belliydi. Karman çorman saçları iyice açılmıştı. Bakımsız, kirli bir sakalı vardı ve kollarındaki dövmeleri açıkta bırakan bol bir tişört giymişti. Güneş gözlüklerinin ardında kalan kaşları çatıktı; alnındaki derin çizgiler bıçak yarası gibiydi. Mesafeli bir samimiyetle elimi sıktı ve beni arabaya davet etti. İki tarla arasındaki dar ve bozuk bir yoldan geçerek üç katlı çiftlik evine vardık. (Yol boyunca elleri direksiyonda titremişti. Tahmin ettiğim gibi bunun artık alkol problemi yüzünden olduğunu biliyorum.) Yaşadığı yer onun aksine oldukça bakımlıydı. Ev büyük bir arsanın ortasında duruyordu ve kocaman bir bahçesi vardı. Mayısın ortasında menekşe ve nergisler ışıl ışıl parıldıyordu. Gökyüzü yaşamın renkleriyle doluydu. Bir süre verandada oturup havadan sudan konuştuk. Bana kendi yaptığı limonatadan ikram etti. Ben rüyada gibiydim. Durmadan anlatıp sohbeti körüklemeye çalışıyordum ama o bir süre sonra sessizleşip takıntılı bir şekilde ense kökünü kaşımaya başladı. Sonra birden yerinden kalkıp içeri gitti ve elinde bir kova dolusu malt birayla geri geldi.
Sonrasında her şey çok daha hızlıydı. Alkol kanıma karışınca yumuşadım ve aramızdaki görünmez duvar yıkıldı. Ses kayıt cihazını çantamdan çıkarıp masanın üzerine koydum ve o anda şirin olduğunu düşündüğüm bir şekilde gülümsedim. Gözlük camlarının karanlığı ardından bir süre yüzüme dik dik baktı ve sonra o da gülümsedi. “Biliyordum. Bunu göze almıştım,” dedi. Gözlüklerini çıkardı ve buğulu bakışlarını benden kaçırdığını fark ettim. Yerinden kalkıp ilerideki patikadan sallanarak gelen bir traktör (Şu an aklıma gelen bir ayrıntı daha: Sohbetimiz sırasında ona bakmadığım zamanlarda bakışlarını hep üzerimde hissettim. Ona baktığımda bakışlarını kaçırıyordu, gözlerime doğrudan hiç bakmadı. Belki de bakamadı. Bu çok ilginç, hatta korkutucu!)
Arsanın girişinde bir traktör durdu ve içinden yaşlı bir adam inip yanımıza geldi. Elinde iki kutu üstü saman kaplı yumurta vardı. Adamla ayaküstü hava durumundan, denizden, yakınlarda olduğunu anladığım bir ormana yapacakları geziden ve köy kahvesinde ne zaman toplanacaklarından konuştular. Konuşurken onu pür dikkat inceledim. Yüzünde gerçek bir gülümseme vardı. Gözleri ışıl ışıldı, mutluydu. Sonra yaşlı adam yumurtaları bırakıp gitti ve o, bana dönüp doğrudan şöyle dedi: “Yirmi yaşından beri setlerdeyim. Yaptığım işten ve o sektörden çok sıkıldım. Sanırım yeteri kadar param var. Yani artık, bu her neyse, onu yapmak zorunda değilim. Buradayım. İşte hikayem bu. Bunları yazabilirsin. Hadi yemek yiyelim.”
Bahçede mangal yaktı ve benim için et pişirdi. Durmadan içiyordu; artık viskiye geçmişti ve bir nebze de olsa gevşemişti. Daha rahat hareket ediyordu. Buradaki etler gibisini hiçbir yerde bulamadığını büyük bir kararlılıkla anlattı. Söylediği şeylerle hiç ilgilenmesem de onu dinlemek keyifliydi. Yüzünde inançlı bir ifadeyle konuşurken etkisi altına girmiştim ve istemsizce dudaklarına baktığımı fark ettim. Of! Evet! Bunu istemiştim. Ona sormayı planladığım onca soru aklımdan uçup gitmişti. Bu kadar yakınındayken onu konuşturma şansını tepecek olmak umurumda bile değildi. Ah! Bana salatayı yapıp yapamayacağımı sordu ve ben de bu konuda uzman olduğumu söyleyip mutfağa gittim.
Romantik bir masaydı bence. (Allah’ım adam benden yirmi yaş büyük!) Gün ağır ağır batıyordu ve gökyüzü tatlı bir pembeliğe bürünmüştü. Bahçeye kuşların müziği hakimdi. Yemekte şu meşhur şaraptan ikram etmişti. Gerçekten çok güzel ağırladı beni. (Bakışlarındaki derin gizeme rağmen fazla kibar… fazla nazik ve kibar…) Bana içtiğimiz şarabın öyküsünü ve civardaki bağlardan üzümün nasıl toplandığını anlatıyordu. Tam o sırada cesaretimi toplayıp ona can alıcı soruyu sordum: “Hakkında çıkan şu dedikoduya kulak bile asmıyorum. Buraya geldim ve az da olsa seni tanıdım. Böyle bir şeyi nasıl uydururlar?”
“İnsanlar konuşurlar,” dedi sadece ve ekledi: “Salata güzel olmuş.”
“Sen niye konuşmadın peki? Neden hiç itiraz etmedin?”
Şaraptan sert bir yudum aldı ve gözlerini kapadı. O an beni kovacağını sanmıştım. Gözlerini açıp masanın üzerinden bana doğru eğildi ve etrafını kolaçan ederek fısıldadı: “Yaşlandıkça konuşmanın pek bir faydası olmadığını anlıyorsun. Bunlar önemsiz şeyler ama dert etme canım. Unut gitsin. Sen şimdi bekle, ben geliyorum.” Bunları söylerken omzumun üstünden ileriye bakıyordu. Sonra elini omzuma koyup kalktı. (O sıcaklık hala buramda sanki.) Ağzında sigarasıyla geri geldiğinde elinde koca bir kase küp dilim kaşar vardı. “Bunu denemen lazım,” dedi gözlerini kocaman açarak. Bir tane alıp ağzıma attım. “Ağzında dağılmasına izin ver,” dedi. Sonra kadehini kaldırdı.
“O halde bu tatlı akşama ve bu güzel ana…”
“Memnuniyetle!” dedim ve kadehleri tokuşturduk.
İlerleyen saatlerde içeri geçtik. Hava çoktan kararmıştı. Bizim için yeni bir şişe açtı. (Bu büyülü şaraptan içtikçe kanım tazeleniyordu.) Bana yine aynı kararlılığıyla izlemesi gereken bir film olduğunu söyledi. “Sorularını izlerken cevaplayabilirim. Ama lütfen az önceki gibi hassas konulara girmeyelim.” Sonra dev ekranda ‘Yurttaş Kane’ izlemeye başladık. Ben bir yandan ona oynadığı filmler, role hazırlık süreçleri ve set maceralarıyla ilgili bolca gereksiz soru sordum. Hepsini usanmadan cevapladı. Konudan konuya atlayıp doğaçlama takılıyorduk ve bu süre boyunca benim aklımda yalnızca tek bir şey vardı. Şu beş yıl önce yaşadığı mahkeme süreci hakkında bir şeyler öğrenebilseydim rahatlayacaktım. Evet, beraat etmişti, zaten zavallı kızın ölümünden sorumlu olduğunu hiç düşünmemiştim. O talihsiz olay sırasında Hatay’da film setinde olduğu kanıtlanmıştı. Benim merak ettiğim neden bir sene sonrasında oyunculuğu bırakıp Çanakkale’ye inzivaya çekilmişti? Bu süreç ve üstüne gelen bütün o magazin zımbırtıları onu çok mu yıpratmıştı? Asla geri dönmeyecek miydi oyunculuğa? (Dediğine göre öyleydi.) Ama neden? Böyle bir yeteneği kaybetmek bizim kaybımız değil mi? Yoksa başına gelen bu felaket ona sektörün acımasız yüzünü mü göstermişti? Bilmiyorum! Allah belasını versin bu işin! Hala bilmiyorum!
Film çok ağır ilerliyordu; bu yüzden izlemekten vazgeçip kapattık. Onda kalacağımı çoktan kararlaştırmıştık. Ben ikimize Türk kahvesi yaptım. İçerisi sigara dumanından ağırlaşmıştı. İkimiz de baygın bakışlarla oturuyorduk. Gece bitmişti. Sohbetin sonu gelmişti, ya sevişecektik ya da mışıl mışıl uyuyacaktık. Belki onunla uyumak da güzel olurdu.
Bana yatak hazırlamak için yukarı çıktığında camları açıp dumanı dışarı kovaladım. Başta fark etmemiştim bile. Gözümden uyku akıyordu. Pencerelerden birini açtığımda dış pervazda duran bir kase verandaya düşüp kırıldı. Ne olduğunu anlamak için baktığımda yerdeki su birikintisini gördüm. Sonra o nasıl geldi bilmiyorum. Bir anda arkamda bitti ve beni nazikçe kolumdan çekip şöyle dedi: “Hiç önemli değil. Yenisini…” Tabii ya! “Yenisini koyarım,” diyecekti. Yarım bırakmıştı ama böyle söyleyecekti. Biliyorum! Ama neden? Sonradan keşfettiğime göre nerdeyse her pervazda aynı su dolu kaselerden ve bardaklardan gördüm. Sabah uyandığımda yatağın hemen yanındaki camın dışında da su dolu bir bardak vardı.
Delirmiş olabilir mi? İnanmak istemiyorum. Yalnızlık onun gibi güçlü bir centilmeni bile zıvanadan çıkarabilir mi? Allah’ım! Şimdi detaylar gün doğumu gibi zihnimde beliriyor. Su dolu küvet! Gecenin bir yarısı işemek için banyoya girdiğimde küvetin ağzına kadar suyla dolu olmasına takılmamıştım. Banyo penceresi açık olduğu için içerisi biraz soğumuştu. Kapatıp çıkmıştım. Doğru! Sabah girdiğimde camın yine açık olduğunu gördüm ve küvetteki su, sanki tazelenmişti. İçinden fesleğene benzer kokular yükseliyordu.
Bana yatağıma kadar eşlik etti ve kendi bol pijamalarından verdi. Sonra ben şu aptal hareketi yaptım. Kafama sıçayım! Dengemi kaybetmiş gibi yapıp başımı göğsüne yasladım. O tepkisiz kaldı. Ben… Başımı kaldırdım ve doğrudan yüzüne baktım. Of! Çok yakındık. Bakışları dudaklarımda asılı kaldı. Gözlerimi kapadım. Nefesinden başka şey duymadım. Hiçbir şey olmadı. Açtığımda hala dudaklarıma bakıyordu. İnce, siyah bir tülün ardından, şehvetten yoksun, kayıp bir şeye özlem duyar gibi sadece bakıyordu. Sonunda iyi geceler dileyip çıktı.
Utanç ve arzu… Uyuyamadım. Gözlerimi yumdum ve gecenin seslerini dinledim. Ayak sesleri… Bunu hatırlıyorum, bu düşlerime ait değil. Uykuya dalana dek onun aşağıdan gelen ayak seslerini dinledim. Odanın içinde oradan oraya durmadan yürüyordu. Bardakta çınlayan buzlar… Çakmağı çakışı… Evet! Kafamda dönüp duran muğlak ayrıntı bu! Uyandığımda ay tepedeydi. Banyoya giderken parkedeki ıslak izleri fark ettim. İzler merdivenlerden yukarı doğru gidiyordu ve tazeydi. (Belki de yeni duş almıştı, küvet de bu yüzden doluydu.) İşimi bitirdiğimde parmak uçlarımda yukarı çıktım. Bu katın tuhaf bir havası vardı; evin dışlanmış bir odası gibiydi. Her taraf tozla kaplıydı. Alnıma yapışan örümcek ağlarını hissetmiştim. Düşündükçe aklıma uğursuz düşünceler geliyordu. O heykeller… Odanın içinde düzensiz bir sırayla duran iki metreye yakın çıplak insan heykelleri vardı. Ellerinde kılıçlarla duran savaşçı erkekler ve boyunları bükük, göğüsleri açık kadınlar… Tekinsiz bir şeyler fısıldar gibiydiler, hepsinin ağzı hayretle açılmıştı. Dört bir yandaki perdesiz camlardan içeri giren ay ışığında her şey apaçık ortadaydı. Duvarlar yağlıboyayla yapılmış insan portreleri ile doluydu. Bazı tablolar eğik bir şekilde duvara yaslanmıştı. Gözlerinin olması gerektiği yerde çizgiler ya da boşluklar olan insan portreleri… Tüm bu şeyler… Korkunçtu!
Ayaklarımın altında bir ıslaklık hissettim ve izleri gördüm. Odanın uzak ucundaki cama doğru uzanıyordu. Devasa heykellerin, irili ufaklı vazolar ve şamdanlarla dolu kolilerin arasından ilerledim. Önüme yüksek, maun bir masa çıktı. Üzerindeki tozda bir ayak izi dikkatimi çekti ve tam o anda camın kapandığını duydum ve yanan çakmak ateşiyle irkildim. Masanın hemen arkasındaki pencerenin yanında, eski bir sandalyede oturuyordu. Yüzünün sağ tarafı karanlıktaydı ama sol yanı ay ışığında acıyla çarpılmıştı. Gözü kan çanağıydı ve yaşlar kirpiklerinden yanaklarına dökülüyordu. Ayaklarım yere çivilenmişti. Beni ketum bir ifadeyle başıyla selamladı. Elindeki şamdanın içindeki mumu yaktı ve ayağa kalktı. “Geç oldu, değil mi?” dedi. “Hadi seni yatıralım.” Sonra yanıma gelip bana mesafeli bir şefkatle sarıldı. Beni yatağıma kadar götürdü, yatırdı ve mum ışığı altında saçlarımı okşadı. Ürpermiştim. Şimdi bile! Bir şeyler söylemek istiyordum ama konuşamadım. Dudakları titriyordu. Gözleri yaşlarla yeniden alevlendi ve bir damla düşüp mumu söndürdü. Sonra karanlığın içinde odadan çıktı.
Sabah olduğunda karşımda bambaşka bir adam vardı. Erkenden kalkmış kahvaltıyı hazırlıyordu. Tavadaki omleti çevirirken bir yandan neşeyle ıslık çalıyordu. Onu böyle görünce
Neyse, bu kadarı yeter. Sonrası mühim değil. Yazmak iyi geldi. Aklımın içinde hala dönüp duran sorulara rağmen şimdi daha sakinim. İşte dönüyorum. Hikaye burada bitti. Muavinin getirdiği kahveyi içerken dışarıyı izleyeceğim. Ve o yalnız adamın ölümcül yalnızlığını düşüneceğim. Ah! Tamam. Bu kadar yeter.
Mektup, Feridun Lemi’den S.’ye
(gönderilmemiştir.)
14.02.2017
SEVGİLİ S.
Bunları sana yüreğimin en ıssız yerinden yazıyorum. Seni çok özledim. Canım canım canım canım canım… Seni ta buramdan özledim. Saçlarını, tenini, dudaklarını, kokunu özledim. Nefesini, sözcüklerini, göz kenarlarındaki gamzeleri özledim. Burnunu çekişini ve boynunu durmadan kaşımanı özledim. Sana dair birçok şeyi özledim ve en çok da kalbindeki huzuru özledim. Bu sonuncusunu bencilce özlüyorum sevgilim. Orada sevgiye dair en hakiki sırlar saklıydı ve ben onlara bakmayı bilemedim. Affet beni olur mu? Her zaman bu dünyaya fazla gelen yüce bir ruhun olmuştu senin. Senin anaç yüreğin en karanlık günahlara deva olur sevgilim. Beni affedebilir misin?
Böyle salya sümük ağladığım zaman bana kızıyorsun değil mi? Peki canım. Bu defa direneceğim. Sen hep daha güçlü olmamı istemiştin. Romantik erkeklerin nesli çoktan tükendi derdin. Dik, vakur, kuru, kupkuru gözler. Böyle derdin değil mi? Ama kabul edelim ben asla senin dilediğin gibi bir adam olamayacaktım zaten. Benim pespaye bir ruhum var. Sürünmeyi ve acıyı seven bir ruhum var benim. Özür dilerim özür dilerim özür dilerim…
Sana biraz can sıkıcı ve önemsiz dünya işlerinden bahsedeyim. Bugün iki telefon aldım. Biri genç bir yapımcıydı; umut vadeden bir yönetmenin hayat öyküsüyle kafamı şişirdi ve yeni filminde benimle çalışmak istediğini söyledi. Hikayeyi okumadan önce reddetmemem için çok ısrar etti ve taslağı maille bana yolladı. Tüm bunlara bana öğrettin incelik duygusuyla katlandım, sırf nazik biri olmamı istediğin için o yapımcıyı ve sonrasında röportaj için arayan gazeteci kadını dinledim ve ikisini de kibarca reddettim. Kimseye neden her şeyi bırakıp kabuğuma çekildiğimi anlatmak istemiyorum. Çünkü her şeyin seninle ilgisi var. Kimsenin seni sözcüklere döküp adını kirletmesini istemiyorum. Ben kendimi durmadan suçluyorum S. ve kaybını zihnimde taze tutarak cezamı kesiyorum. Her gün yeniden her gün yeniden sevgilim… Sonunda acının altında ezilip un ufak oluncaya dek cezamı çekeceğim.
Terapi ve meditasyon işe yaradı. Artık burundan çekmiyorum. Bırakalı bir yıldan fazla oluyor. Buna sevineceğini düşünüyorum. Ama içkiyi azaltmak benim için çok zor. Her boşluğu onunla doldurur oldum. Viski, şarap ve bira, bunları aralıksız içiyorum. Yüzümdeki çizgiler gittikçe derinleşiyor, göbeğim büyüyor ve ellerim sabahları kontrolsüzce titriyor.
Seninle yaptığımız koleksiyonu sonunda Çanakkale’ye getirttim. Üst kat onlarla dolup taştı. Merak etme, burada güvendeler. Onlara gözüm gibi bakacağım. Her gece senin hayranı olduğun o ressamın portreleri önünde saatlerce dikiliyorum. O dipsiz bakışlar yüreğimi burkuyor S. Özellikle ressamın kız kardeşinin portresi bu aralar bana takıntılı şekilde seni anımsatıyor. Bazen onunla konuşuyorum. Ne de olsa kendi içime konuşmaktan iyidir. Bazen öyle sessiz günlerim oluyor ki burada, sesim çıktığı zaman ürperiyorum. İnsan kendi sesine tamamen yabancılaşırsa bu delirmekle eş değer midir? Bu düşünce beni korkutuyor. Hastalıklı bir düşünce bu, fazla üzerinde durmamalıyım belki de.
Bana zorla izlettiğin şu sıkıcı filmi hatırlıyor musun? Yurttaş Kane. Her karesini ezbere biliyorum artık. En az on kez izlemişimdir. Umarım bunu duymak hoşuna gider. Filmi sevmeye bile başladım. Sadece bazen o adama bakarken aynaya bakar gibi oluyorum. Bana karanlığımı ve asla kurtulamayacağım çaresizliğimi hatırlatıyor. Senden bana kalan bu film, yanağıma kondurduğun bir intikam busesiymiş gibi geliyor bazen. İzlemeye devam edeceğim.
Yatağımı ıslatmaya başladım S. Çocukluğuma geri döndüm sanki. Her sabah çarşaflar ıslak uyanıyorum. Kabuslarımda sudaki akıntıya kapılıp sürükleniyorum ve yüksek şelalelerden aşağı düşüyorum. Sudan başka şey yok. Gittikçe kabarıyor su ve denize dökülüyorum. Sonra deniz dalgalanıyor ve okyanusun ortasında çırpınırken buluyorum kendimi. Her taraf su, ağzımdan burnumdan giriyor ve beni kollarıyla boğuyor. Tepetaklak oluyorum, dibe batıyorum, kuma değemeden, dipsiz dibe sürükleniyorum. Karanlıkta su soğuk, damarlarım şiştikçe şişiyor, gözlerim cam gibi, soluğum boğazımı kesiyor. Nefes nefese uyanıyorum.
Gözümün önünden gitmiyor S. Dudaklarındaki kuru kabuklar, gittikçe nasıl mora döndüğünü hatırlıyorum. Yüzünün şiştikçe nasıl gerildiğini hatırlıyorum S. Seni çok seviyorum seni çok seviyorum seni çok seviyorum. Allah’ım beni affet ne olur! Su deyişin kulaklarımdan silinmiyor, kuru bir çığlık gibiydi. Su su su su su su su su su su… Elimden geleni yaptım sevgilim. Ama biliyorum yüreğimi ortaya koymadım. YAPAMADIM! TİTREYİP DURDUM! KORKAKÇA EZİKÇE AĞLADIM! YAPAMADIM! Her şey aniden oldubitti, bir pat sesi gibiydi. Aynı anda gözbebeklerin küçüldü ve bir çiçek gibi soldun. Kollarımın arasında sırılsıklamdın, saçların bir çiçek gibi soldu, kırıldı ellerime döküldü, aynı anda, her şey, gerdanın, yanakların, alnın, tüm bedenin sırılsıklam… Ben yalvarmaktan başka bir şey yapamazdım. Aynı anda, her şey, bir anda, bir pat sesi gibi… Üzgünüm.
su su su su su su su su su su su su su su su su su su su………………………………
Ne kadar bencilim S. Kanımı uyuşturucudan temizledim çünkü senin gibi öleceğimden korktum. Senin gibi bir girdaba sürükleneceğimden ve oradan çıkamayacağımdan korktum. Ter içinde bir şiltenin üzerinde, bilekleri çarpıkça yukarı kıvrılmış bir halde, şaşkın bir dehşetle ölüme terk edilmekten korktum. Kalkmış utanmadan benimle gurur duymanı söylüyorum bir de. Oysa ben sırf kendi ürkek ruhum için temizlendim. Özür dilerim.
Beni senin evinden almaya A. geldi. Beni güzelce tokatlayıp kendime getirdi. Sonra yüzüme tükürükler saçarak ağır tehditlerde bulundu. Benim sikik ismimin sikik bir ağırlığı olduğunu ve bu gece burada olduğum ortaya çıkarsa sadece kendimi değil onu da ipe götüreceğimi söyledi. Başkası olsa onu çoktan piyasadan silmişti ama işte benim sikik bir ismim vardı ve o sırada içinde bulunduğum proje çok büyüktü. Onun adına kaybedecek çok şey vardı. Bu yüzden bu pisliği kendi yöntemiyle temizleyeceğini söyledi. Sana nefretle bakmıştı, ölü bir yılana bakar gibi kırmızı yüzünü ekşiterek. Ona vurmaya yeltendiğimde beni boğazımdan yakalayıp duvara çarptı. Sonra beni de bitireceğini ama bunun zamanı olduğunu söyledi.
Sonrasında her şey onun dediği gibi oldu. Onu sen de tanırsın, evimize yemeğe geldiğinde, her zamanki iş bitirici tavrıyla bana methiyeler düzdüğü zamanları bilirsin. Bu iş senin, ben öyle istiyorum derdi ve olurdu. Sonra hep beraber bunu kutlardık. Güzel günlerdi değil mi S. ?
O öyle istedi ve öyle oldu. Şu büyük tarihi yapımın setine geri döndüm. Biliyorsun, bir geceliğine yanına gelmiştim ama onun küçük bir ayarlamasından sonra artık herkes benim o tarihte Hatay’da otelde olduğum konusunda hemfikirdi. Orada hapiste gibiydim, ağır gözetim altında tutuldum. Senin yalnız ve güzel bedenin henüz bulunmadan avukatlar ayarlanmıştı bile. Evini çoktan temizlemişlerdi. Ona göre kısa ve hızlı bir temizlikti. Ben de gıkı çıkmayan ödlek bir mahkumdum. Korktum ve işimi yaptım. Bencilce. Adice. Özür dilerim.
Aklandıktan sonra yasını tutmama izin verdiler S. –anca o zaman. İstanbul’da daha fazla duramazdım. O işi yapmanın bir faydası yoktu. Bazı festival filmlerinde oynadım ama bu kayıtsızca içtiğim viskiler gibiydi, tamamen alışkanlıkla yaptığım işlerdi. Sonra vazgeçtim. A. zaten dediğini yapmıştı, fişimi çoktan çekmişlerdi. Düşük bütçeli yapımlarda oynamam umurlarında değildi. Onun gibilerin gözü fezadadır bilirsin. Ben artık onlar için kayan bir yıldızdım.
Böylece seninle hayalini kurduğumuz şeyi gerçekleştirmek üzere buraya geldim. Bir daha da gitmedim. Sonunda yaptık S. Sen ve ben. Yanımda olduğunu ve beni izlediğini biliyorum. Bakir topraklardaki bu arsa senin, bu ev, bu güzel bahçe, hepsi senin… Sana yazdığım verandada akşam güneşini izlemek istersen beklerim sevgilim. Bu soğuk güneş, bak bu fidanlar, bütün bu manzara senin. Sana doyamadım. Sana doyamadım S. Eğer bir gün kapıyı çalarsan ben burada bekliyorum. Burada sadece ikimize ait su bardakları ve kahve fincanları var. Sıcak yatak ve toprak kokusu var. Sonsuzluk ve durgun zaman var. Tüm bunlar senin için sevgilim.
Hep ve daima, senin,
F.
Ekin Gökgöz
Resim: Ege Avcı