Hücre – Ali Akkoç


Hücre cezası çeken mahkûmlar genelde saati sorar hem de asabice, tıpkı şu hücredeki mahkûm gibi. Birkaç kez “Gardiyan saat kaç” dedikten sonra sıkıldı. Duvarın köşesine yanaştı ve öylece olduğu yere çöktü. 

     Mahkûm genç sayılmazdı. Saçları seyrekti, burnu da uzuncaydı. Bedenini mavi bez parçasıyla dikilmiş önlük sarıyordu. Duvarda ise eski mahkûmların kazıdıkları yazılar göze çarpıyordu. Çöktüğü yerin tam karşısında demir kapı vardı. Kapının altında yemek kabını ve suyunu uzattıkları bir delik… Pencere yoktu, hücrenin tavanına açılmış havalandırma deliği yeterli diye düşünülmüş olmalıydı. İşte o delikten de mahkûmu kontrol etmekle ben yükümlüydüm. 

     Ben bu hücrenin gardiyanıyım. Ve mahkûmun beni görmesi de duyması da imkânsız. Ondan daha yaşlıyım. Yüzümdeki kırışıklıktan da yaşım tahmin edilebilir. Üzerimdeki üniformanın rengi mahkûmun önlüğü gibi mavi… Yaşadığımız mekân da farklı sayılmaz çünkü hapishanenin içindeyiz. O hücrede kalıyor; bense hücreye bitişik olan bir odada. Bizi mahkûmlardan ayıran onu her an görebilmem. Oysa o benim varlığımdan habersiz. 

      Kaç gündür dışarı çıkmadım. Burada saatler unutuluyor, günler unutuluyor. Zaten zamanın pek bir önemi yok. Tabi ki bu hücre cezası çekenler için benim için hiç de öyle değil. Bu arada vakit gece yarısı ve günün başlamasına epey var. Mahkûm da uyanmış ya da hiç uyumamış. Duvarın dibine çökmüş. Elinde birkaç gün öncesinden hücresine ulaşmış bir mektup var. Bacaklarını uzatmış ve sırtını duvara yaslamış. Bir eli çenesinde mektubu okuyor. 

      Oysa o mektubu mahkûma ben yazdım. O bunu bilmiyor. Küçük bir oyun benimkisi. Benim elimde de bir mektup var. Bana bugün getirdiler. İşte bu da mahkûmun bana son yazdığı mektup. Ve birazdan bu mahkûm idam edilecek. 

       “ Çok sevgili arkadaşım, 

Mektubun elime geçer geçmez okudum. O kadar mutlu oldum ki. Bir bilsen hapishane de ne kadar yalnızım. Ne bir gardiyan görüyorum ne de mahkûm. Hücrede kalmanın en zor tarafı uyandığında kendini yeniden hücrede bulmak oluyor. Bu yüzden gözlerimi hiç açmadan hayal kurmaya başlıyorum. Sanki üzerimde önlük yok da takım elbise var. Hücrede değilim de odamdayım. Yavaşça kalkıyorum yatağımdan. Önce tuvalete gidiyorum. Dişlerimi fırçalıyorum. Ardından kahvaltı için evden çıkıp evin köşesinde bulunan börekçide soluğu alıyorum. Sıcacık bir çay söylüyorum ve yanına da bir parça börek. Sonra bir keyif sigarası… Bu daha çok güne merhaba demek için. Yanında sade bir kahve… Saate bakıyorum geç kalmak üzereyim. Apar topar bir taksiye atlayıp işe zor da olsa yetişiyorum. İş yerine varır varmaz kendime bir bardak su alıyorum ve doğruca evrak yığınlarıyla dolu masama geçiyorum. Saate bakıyorum. Sekiz. O kadar yapılacak iş var ki bir yerden başlamak gerekiyor. Rastgele bir dosya alıyorum elime. Arada pencereden dışarı bakıyorum. Kalabalıklar, arabalar, gürültü, güneş, bulut… Sonra dönüp saate bakıyorum. On iki. Başımı pencereye çevirip derin bir nefes alıyorum. İşte o anda hücrede olduğum aklıma geliyor. Ve avazım çıktığı kadar bağırıyorum. 

  • Gardiyan saat kaç? 

     Bazen hücreye ne bedenim ne ruhum sığıyor. Olumsuz tüm düşünceler hücreyi sarıyor. Duvarların yıkılması gerektiğini düşünüyorum. Bendeki bu kadar olumsuz düşünceye karşı elimden hiçbir şey gelmemesi beni daha çok üzüyor. Oysa biraz zaman geçtikten sonra bu tür düşüncelerin yalnızca beni üzmekten başka işe yaramadığını hissediyorum. Zaman geçmiyor ve her an delirecek kadar duygularım keskinleşiyor. Yavaşça yatağıma uzanıyorum. Uzun süre uyuyorum. Uyanır uyanmaz da bağırıyorum: 

  • Gardiyan saat kaç? 

Açıkçası senin kim olduğunu nerede yaşadığını bilmiyorum ve buna da ihtiyacım yok. Mektupların o kadar çok şeyi dolduruyor ki içim cıvıl cıvıl sanki hücrede değil de seninle aynı evde yaşıyormuşum gibi geliyor. Birlikte şarap içiyoruz, yemek yiyoruz, futbol maçı izliyoruz. Bu arada kalemin çok kuvvetli bunu da yazılarından anlamak hiç de güç değil. Senin yazdıklarını okurken oldukça keyif alıyorum. Mesleğini bilmiyorum ama edebiyatla yakından ilgilisin bundan eminim, öyle değil mi? Gogol ve Dostoyevski’den bahsettiğinde bu konudaki düşüncemin doğruluğuna kanaat getirdim. Gogol okumadım. Dışarıda olduğum zamanlarda bir akşam arkadaşlarla edebiyattan konuşurken Gogol’un Palto ve Burun öykülerinden bahsedildi. Dinlediğim kadarıyla ikisi de gerçeküstü bir dille yazılmış ve anlatım gücü inanılmaz derece akıcıymış. Bana bu iki öyküyü ulaştırırsan kesinlikle okurum hem de bu iki öykü hakkında fikirlerimi de sana yazarım.” 

       Ben bir gardiyanım hem de bir idam hücresinden sorumluyum. Mahkûm bugün idam edilecek. Şimdi üzerimdeki önlüğün kandan farkı yok ve hücredeki mahkûmdan bir ayrım da yok. Darağacına gidecek olan o mu ben miyim onu da bilmiyorum. Birazdan hücreye beni de götürecekler. Mahkûmun son isteğini ben soracağım. İsteğini sorduğumda bir sigara da ben yakacağım. Buna izin veriliyor bundan başka her şey yasak oysa.  

         Belki de bir umut, olamaz mı? Öyle bir şey yok mahkûmlar için. Tüm umudu geçen gün söndü, hayal kırıklıkları, sevinçleri, yazdıkları…  Şimdi elinde benim yazdığım mektup var onu okuyor.  


Ali Akkoç


Fotoğraf: Photo by Emiliano Bar on Unsplash 

  • 0
    alk_
    Alkış
  • 0
    be_enmedim
    Beğenmedim
  • 0
    sevdim
    Sevdim
  • 0
    _z_c_
    Üzücü
  • 0
    _a_rd_m
    Şaşırdım
  • 0
    k_zd_m
    Kızdım

Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi&Uluslararasi İlişkiler Mezunu Özel Matematik ders eğitmeni

Yazarın Profili
Paylaş
İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir