Pek sıcak olmaya azmetmiş bir günün sabahında Nagev Bey elindeki havlusuyla yüzünü kurulayarak ve kısık adımlarla indi, altında gıcırdayarak yeni güne uyanan merdivenleri.
Kendisine babasından, babasına da kendi babasından kalmış, köyün hemen ilişiğindeki birkaç dönümlük tarlasının içinde; kış güneşini güneybatıdan alan, yazın pergolasında iri sarmaşık gülleri açan kendince hüzünlü evinde tek başına -tahtakurularını saymazsak- yaşayıp giden ihtiyar bir çiftçiydi Nagev Bey. Ve işte bir günü daha karşılamaya pek istekli atılmıştı şiltesinden. Yüzü, bilme’nin mutlak edasıyla, merak duygusundan yoksun bir halde altındaki tahta dilmelere takılmış, ağzı ise rüyasından kalma hoşsohbetin etkisinde tatlı tatlı inildiyordu. Müsamere gününde şiir; hem de epik bir şiir okuyacak bir öğrencinin heyecanıyla hazırladı kahvaltısını ihtiyar çiftçi. Her şey tam olmalıydı şimdi, kahvaltı tepsisi de öyle masaya özenle konmalıydı. Nagev yapımı uzun yıllara dayanan, eli hala keseri kendinden bir parçaymışçasına tuttuğu zamanlar yaptığı tahta masayı gösterişli bir zahmetle çekiştirdi verandanın sol tarafında ki sallanan koltuğunun önüne. Sert mizacının altında pek bir duygusal, ayrıntıcı, en ufak bir hatırasına bütün gücüyle sarılır, coşkulu bir yapısı vardı Nagev’ in ve onu ilk tanıyan herkes bu çocuksuluğu hayretler içinde karşılardı. Kimse inanamazdı bu ağarmış kaba sakalın, nasırlı ellerin, iri ve geniş göğsün böyle bir adama ait olabileceğine. Parlayan gözleri kendini ele vermese rol yaptığı bile düşünülebilirdi…
Güneş, tüm hazırlıklarını tamamlayıp harekete geçmiş bir dağcının, kendinden emin ifadesiyle başlamıştı tırmanmaya tepeyi. İşte her gün tamda bu saatlerde köyün merkezindeki küçük fakat çok amaçlı bakkal dükkânından, altındaki mobilet eşliğinde tozlu yolları bir bir arşınlayarak tam on altı hane gezdikten sonra son durak olarak ihtiyarın naçizane tarlasının içinde yer alan tahta kulübenin toprak yoluna sapan delikanlının mobiletinin, kesik ama sert öksürükleri duyulurdu… İhtiyara genel olarak ekmek, sucuk, yağ, bal, peynir ve pirinç, arada sırada; reçel, bilumum konserve ürünü, rakı, varsa keçi sütü, özel olarak; günlük gazete, nadiren de; Nagev’ in sevdiği yabanmersinli çöreklerden temin ederdi delikanlı. Pek konuşmazlardı fakat Nagev hemen her gün gururla yâd eder, anlata koyulurdu gençlik günlerini.- ‘Ahh! o eski gücü olsaydı bu getirdiklerinin bir çöpüne ihtiyacı olur muydu?’ Delikanlı her seferinde sanki ilk kez duyuyormuşçasına özenle dinlerken biryandan da getirdiklerini kapı eşiğine taşımaya bakardı. Bu sırada Nagev oturduğu yerde birden suskunlaşır, ardından tütününü sarmaya koyulur ve ufka takardı yaşlı gözlerini…
Bugün daha erkenciydi genç. Nagev çayı henüz demlemişti ki toprak yolun berisindeki ağaçlıkta parlayıverdi aksak mobiletine vuran ışığın metalik yansısı. Ocağın altını kısıp verandaya çıktı. Mobilet, patikada yalpalayarak yaklaşıyordu.
– Hayırdır yeğen öğleden sonrayı boş koyacan herhal?
– Bugün öyle oldu Nagev Dayı. Benim küçük ablayı biliyon; Esin. Uzundur görüştüğü biri vardı, herifçioğlu sonunda yakalamışta anasını atasını, tanışmaya getirecekmiş bize.
– İyi yeğen hayırlısı olsun.
– İnşallah İnşallah. Seninde zahmetli günün bugün bilirim erkenden geleyim de belki elim bir şeye değer dediydim. Hem de bir helallik alırım.
– Yok, be koçum özleminden kelli bir zahmeti yok rahmetlinin. Diğer işlerde bitti sayılır zaten. İyi düşünmüşsün gene de, gel çay koyayım.
– Öyle demek istemedim be Dayı af buyur.
– Bilirim bilirim.
Nagev eline aldığı bezle çaydanlığın kırık kulpunu dibinden kavrayıp döktü çayları.
– Ee yeğen ömür geçiyor bir şekil… İstersen böyle çek sandalyeni güneş vurmasın… Zamana hele dur demek mümkün mü? Bize de ayak uydurmaya çalışmaktan kelli ne düşer… Emme takvim yaprağı yırtmaklanda olur iş mi? Aha! İşte git bak duvarda asılı, ne diyor? – ikibindört, peh peh, ikibindört, hay maşallah, yeni bir yüzyıl diyor be yeğenim benim… Sizin yüzyıl bile bitti sen ne ediyosun hala demiyor mu? Demesin mi be yeğen, demesinde ne desin? Yürümesinde bizi mi beklesin, temizlemesinde turşumuzu mu kursun be koçum… Her şey akacak elbet… Peh peh, su misali, aksın aksında peşi sıra kurumaya yüz tutsun hemi… Aksın ki ötelerde hayat bulsun nefes alsın hemi yeğen… İyi ettin de geldin be iki kelam ettik… Şart be yeğen şart… Kör kuyuya bağırmakla çıkmaz olur sesin, kaldın mıydı bir başına tutmaz olur fikrin. Koyayım mı bir bardak daha? Allah razı gelsin senden… Hadi bakalım helal olsun yeğenime…
Nagev yine aynı özenle sofradakileri tepsiye yerleştirirken, mobilet çoktan ağaçlığa sapmış öğlen sıcağının altında tekerleri asfaltla bir ilerliyordu tepesinden ısı buğuları yükselen köyün girişine. Bir bardak daha doldurup bir baykuşun geceyi bekleyen edasıyla güneşin en tepeden düşüşünü, en azından biraz alçalışını beklemek üzere kuruldu sallanan koltuğuna ve özenle sara koydu tütününü. Günlük gazetesini eline alırken bütün bir senenin biriktirdiği tatlı hüznü gözlerine nakşederek baktı ilk satıra. – 19 Temmuz 2004 Pazartesi… Hayattaki yegâne dostunun, yavuklusunun, karıcığının; buğday tenli, gök gözlü, yaprak elli, güneş saçlı, Gülten Hanım’ın kendisine pranga misali taktığı senelerin dokuzuncusu… İştah açıcı bir özlem, rüzgârlı bir dimağ, nadaslık bir kalp ile geçen senelerden dokuz sene… Nagev’ i içine düştüğü karanlıktan yeni yeni azad etmiş dokuz tane koca sene…
İhtiyar pantolonundan çarpıp da ayağının üstüne ve yanlarına düşen külleri silkeleyerek iyice verdi sırtını koltuğun arkasına. Zihni bulanıklaşmış, eski defterleri karıştırıyor; üzeri umut ve kaderciliğin, yaşama sevinci ve toprağın içine zamanı da katarak yaptığı işbirliğinden oluşan harcıyla yoğrulup olgunlaştırılarak kilit altına alınmış, sandık içine kaldırılmış; elemi, çaresizliği, yalnızlığın gölgesinde çileli geçen birkaç yılın bıraktığı güdümsel mutsuzluğu ısrarla dürtüyor, kazıyor, gün yüzüne çıkarmaya çalışıyor ve bunu yaparken üzgün bir surat takınmasına karşın içten içe karamsarlığın saklı hazzını tatmaktan kendini alamıyordu…
Nagev çabucak bu bulanıklıktan sıyrılmaya çalışarak ne zamandır gidip görmek istediği yerleri, hazırladığı kutuyu, üzerinde onlarca çizik, not ve kırışıklık bulunan mutfak camında asılı haritasını ve artık burnunun dibinde olan bu yeni ve de içini titreterek kendisini değişik bir heyecan dalgasına atan planını düşünmeye koyulup zihnine son bir gayret vermeye, son bir telkinde bulunmaya çalıştı…
Zihniyle yaptığı bu küçük çaplı savaş sonucu galip gelmeyi başaran ihtiyar,
sıktığı dişlerini çözüp, gevşeyen kaslarını koltuğun kalıbına uydurarak, pergolanın çatlaklarından sızan güneşin sancıları altında uyuyakaldı…
Uyandığında gün kendini ufuktaki ağaçların üzerine bırakıyor ve akşamın habercisi tatlı bir meltem haşin sakallarının altından yüzünü ve boynunu yalıyordu. Bacaklarını öne vererek kolçaktan destek alır vaziyette doğrulup çevik bir hareketle ayağa kalktı. Verandanın tahta basamaklarını indi ve ayağını toprağa basarak yüzünü göğe çevirirken bir güzel esnedi tabanları ait olduğu yeri çekinmeden kavrayan yaşlı çiftçi… Devamında kendine belli etmeye çekindiği tebessümlü bir heyecanla hemen eve girip son hazırlıklarına koyulmadan önce soyundu dökündü ve serin suya bıraktı kendini. İşte şimdi hazırdı.
Bir gün önceden güzelce temizleyip kapattığı üst kattaki iki odaya son bir göz atıp yatak odasını toplamaya koyuldu ve kısa sürede bitirdi. Yatak başlığının üstünde bulunan -tıpkı komodinin üzerindekiler gibi içinde kendisi ve Gülten Hanım’ın çeşitli yer ve zamanlara ait pozlarının bulunduğu- büyük çerçeveyi indirdi ve özenle kucağına yatırıp tozunu aldı. Çerçeveyi geri asıp bu sefer komodindeki küçüklerden birini açtı ve resmi çıkardı. Sahilde çekilmiş bir poz, arkasını çevirdi.– Erdek/Balıkesir 1976. Gülten, Nagev-. Resmi arka cebine koydu. Mutfağa inip sabahtan kalan birkaç parça bulaşığı yıkadı. Mutfak camındaki haritayı söküp katlayıp onu da cebine koydu. Ayakkabılarını giydi, kapının önüne koyduğu kutusuna ceketini de koydu, elektriği kesti, evin arkasındaki depoya gidip su valfını kapadı. Tüpü ve buzdolabını unutmadı. Üzerine binen gerginliği atmak istercesine son bir gezindi evin içinde. Ve tamamdı…
Dartanyan’ı -74 model Dodge Dart, Gülten Hanım’ın büyük yeğeni Yiğit vermişti ona bu ismi- toprak yola sokup geri geri yanaştırdı evin önüne. Hızla aşağı atlayıp kapıya koştu. Sanki yangından kaçarmışçasına aceleyle aldı kutusunu ve bagaja koydu. Aynı aceleyle kapıya dönüp katlanır ocağı ve bidon içindeki benzini de taşıyıp yerleştirdi bagaja. Tahta masasını içeri almayı neredeyse unutuyordu, son bir gayretle onu da çekiştirdi evin içine. Dün sabah erkenden toplayıp sehpanın üstündeki vazoya koyduğu çiçekleri alarak özenle kilitledi tahta evinin gıcırtılı kapısını…
İhtiyar çifti sırtını bagaja yaslamış bir ayağı tekerde keyif tütününü içerken baştan aşağı son bir baktı evine, içinde bilinmezin, alışılmadığın o yadırgayıcı ezgisini duydu. Bir an için tereddüt ettiyse de kendisine aylardır verdiği sözün görev bilinciyle kovuşturmayı başardı bu duyguyu ve hızla tütünü tekere söndürüp arabasına bindi…
Yan koltuktaki çiçeklerle toprak patikanın sarsıntısını geçerek ağaçlığa çıktığında dörtnala sürdü Dartanyan’ı. İlk durağı belliydi fakat sonrası tamamen onun ve Dartanyan’ın marifetine kalmıştı artık…
Bir günbatımı daha her şey inanılması güç bir doğallıkla, olduğu gibi bırakıyordu kendini gecenin arifesine. Diri bir dağ yeli gücünü denercesine titretti kokusunu vadiye değin yayan yaseminleri ve bir sincabın hışırdattığı dallardan havalanan kırlangıçlar açıklığa doğru süzüyorlardı kanatlarını, işte tam da bu sırada Nagev Bey günün son ışıklarıyla bir girmişti dağların arasından kıvrılan patikaya…
Ege Ündağ
16.07.15 03.26 Bodrum/Gündoğan