Boztepe denen yalçın tepeciğin üzerinde, gökten serpilmişçesine düzensiz sıralanan gecekonduların üzerine henüz sökün etmemişti güneş. Sobalar yakılmamış, kara dumanlar mahalleyi is kokusuna vermemişti. Ankara ayazının, ölçüsü bozuk kapı pencere kıyılarından sızarak sıvasız odalarda kol gezdiği bu saatlerde, sıcak yatağı koyup da soba yakmaya kalkmak zor geliyordu insana. Bıyıkları terleyen genç bir müezzin sabah ezanını okurken, omzunda boya sandığı, başında rengi solan kasketi ve ağzında besmelesiyle yola çıktı Ali.
İlk işi ellerini siper edip sigarasını yakmak, dumanını ciğerlerinin dibine kadar çekmek oldu. Günün, geceden sabaha dönen bu saatleri pek soğuk olurdu. Paltosunun yakalarını kaldırıp koynuna dolan soğuğa ket vurmaya çalıştı. Boya sandığının kayışını omzuna astı. Sokak lambalarının loşluğunda yokuş aşağı vurdu kendini.
Köşe başındaki çöp yığınlarını eşeleyen kedilerin dışında boştu dar sokaklar. Bahçe duvarları belediye başkan adaylarının kabarmış, uçları sökülmüş, üst üste yapıştırılmış afişleriyle kaplıydı. Adayların adamları kapı kapı dolaşıp oy karşılığında bol keseden sözler veriyordu: Evlerinin tapusu verilecek, alt yapı çalışmaları başlayacak, yollara asfalt dökülecek, bir dedikleri iki edilmeyecek…
Çok yer dolaşıp çok söz işiten Ali, şehre geleli daha birkaç ay olmasına karşın görüp duyduklarından politikacıların hiçbir sözüne kanmamak gerektiğini bellemişti. Mahalleli çabuk kanıyordu söylenenlere. Daha dün dozerler geldi gelecek diye hop oturup hop kalktıklarını unutmuşlardı. Şimdilik partallar havada uçuşsa da seçimler bittikten sonra curcunanın yeniden başlayacağına emindi.
Tuttuğu patikanın karşısından gelen karartıyı birkaç adım kala tanıdı. Makarna fabrikasında gece bekçiliği yapan köylüsü Salim’in Ahmet vardiyasını bitirmiş, kolunun altında iki somun ekmekle eve dönüyordu. Ayaküstü hal hatır soruştular. “Gülsüm bacım nasıl, iyi ya Ali gardaş?” “Götürüp duruyoruz hastane kapılarına ya daha bir çare diyemedi doktorlar.” “Allah kerimdir gardaşım.” Selamlar söyleyerek ayrıldılar.
İmreniyordu Ahmet’e. Zamanı gelince tık diye aylığını alıyordu. Yarına ne iş çıkacak diye kafa yormuyordu. Karısı kızı hastalanınca fabrikanın doktoruna götürüyor, devlet hastanesi kuyruklarında çile çekmiyordu. Zamanında amcasının oğlu Hazım, “Gel gidelim emmoğlu.” dediğinde onunla birlikte tutmalıydı Almanya yolunu. Şimdi bunca yıl sonra pişmanlığın bir ederi yoktu. Yoktu ama tarlasını Süleyman’a satmanın pişmanlığı da ezberlenen bir dua gibi duruyordu içinde.
Biraz aşağıda, ışıkların bittiği yerde toprak patikayı ayak yordamıyla izledi. Mahallesinden çıkıp geniş caddeye çıkınca yüksek konutların sıralandığı kurumlu Ankara’yla karşılaştı yine.
Otobüs durağında boya sandığını omzundan sıyırıp yere bıraktı. Bir sigara daha çıkarıp yaktı. Önünden vızır vızır geçen otomobillerde, yanında Gülsüm arkada çocuklarla köye doğru sürerken düşledi kendini.
Otobüs yanaşınca yarı başlı kalan sigarasından derin bir nefes daha çekip öyle bindi.
Tıklım tıklımdı içerisi. Sonraki duraklarda daha da çekilmez oldu. Binenler arkaya doğru abandıkça omzundaki boya sandığı yanındaki yöresindeki yolculara değiyor, ekmek teknesinden ittire kaktıra kaçınanların söylenmelerini başı eğik dinliyordu.
Orta sıralardan birinde oturan iyi giyimli yaşlıca bir adam çevresindekilerle söyleşiyordu. Homurtuları işitince sesini daha yüksek perdeden çıkardı; bu kez tüm otobüse söylev vermeye başladı. Mırıltılar kesildi, yolcuların tümü ona kulak verdi. “Azizim, bu işin sebeplerini iyi tetkik etmeli, bu insanlar neden buraya akın ediyor öğrenmeliyiz. Başkent olmuş şu güzelim memleketin daha gelişip yol alması gerek. Amma velakin daha şimdiden ne imar düzeni kaldı, ne estetik.
Gül gibi mesleklerini bırakıp herkes gelirse olur mu a! Köylü milletin efendisidir, dememiş mi Atatürk? Köylü çalışmazsa, ekmezse, biçmezse, üretmezse olur mu ya? Hem sonra…”
Varacağı duraktan birkaç durak önce indi Ali. El alışkanlığıyla bir sigara daha yakıp sürdürdü yürümeyi. Bazen, kendisine istenmeyen bir konuk gibi davranılmasının alameti olarak gördüğü kasketi fırlatıp atmak istiyordu başından. Belki o zaman dirlik verirlerdi.
Bir çay bahçesinin girişine çöktü. Kaldırım taşına serdiği kartona oturdu. Süs köpeğini gezdiren bir kadını izlerken önündeki sandığa sertçe bir ayak kondu. Başını kaldırdı, genç bir delikanlı sırıtarak, “Ne bakıyorsun be, boyasana!” dedi. Bir güzel tozunu alıp fırçalayarak girişti işe.
Tokatlı küçük bir meslektaşından öğrenmişti bu işin inceliğini. Elinde boya sandığıyla toyluğunu göstermekten çekinerek bir yere oturmuştu ilk zamanların birinde. İspanyol paçalarına cila değdirdiğini çaktırmamaya çalıştığı bir adamın ayakkabısını boyarken yanına yerleşen pantolonu yamalarla dolu çocuk onu gülerek izlemiş, müşterisi gittikten sonra “Abi böyle ayakkabı mı boyanır be!” diye eğlenmişti. Sonra çocuk ona neler yapması gerektiğini bir bir göstermiş, verdiği ders bitince kalkıp gitmeye koyulmuştu. Çocuk dirense de cebine bir iki lira sıkıştırmadan edememişti Ali.
İşini bitirince, “Tamamdır beyim.” dedi. “Beyim mi? Ne beyi be, kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz? Burjuva mı sandın bizi?” Ne diyeceğini bilemeden şaşkın şaşkın adama baktı Ali. “Valla beyim onu bilemedim!” Delikanlı parayı uzattı, sırıtarak uzaklaştı.
Öğleye doğru bastıran yağmurda iş yapamayacağını anlayınca bir kahveye sığındı. Kahveciden izin istedi ayakkabı boyamak için. Yayvan bakışlarla baştan ayağa süzüldükten sonra, “İyi, çök kapının önüne.” yanıtını aldı. İçeridekilerin ayağına lastik terlikler verdi, ayakkabıları topladı. Yağmur dinene dek beş çift ayakkabı bir de körüklü çizme boyadı. Sandığının askısını sırtına asmıştı ki kahveci “Nereye birader?” diye önüne dikildi. “İşimi tükettim abi. Sağ olasın. Yoluma düşeyim ben.” “Bizim yolumuzu ver de nereye gidersen git.” “Ne yolu abi?” “Hem benim müşterimden iş yapacaksın hem de ne payı diyeceksin ha? Var mı öyle bizim payımızı cukka etmek? Ortadan ikiye kıyıştır bakalım.” “Af buyur abi, ne yapayım?” “Anlayışın kıt mı be! Paranın diyorum, yarısı benim.” Ali önce anlamaz anlamaz baktı. Sonra gecekonduya yerleştiği günü anımsadı. Onu oraya yerleştirenler de öyle söylemişlerdi. “Adama yedirirler mi be!” demiş, hava parası istemişlerdi. Bu el geleneğini yadırgasa da solumaya başladığı havanın parasını güzel güzel vermişti. Bu kez de öyle yaptı. Kahvecinin eline içi giderek saydı parayı.
Toprakla uğraşmayı özlüyordu Ali. Boy veren başakları tarlanın kıyısından izlerken keyif alırdı yaptığı işten. Hasat zamanı döktüğü terin karşılığında avuç avuç buğday toplarken, cansız topraktan sofraya aş bitirmenin, emeklerine değdiğine razı olurdu gönlü. Bu iş öyle değildi. Para verip boya alıyordu, sünger alıyordu, fırça alıyordu. Yine toz, toprak, çamur olacaktı o kunduralar. Yine iş çıkacaktı. Yine para verip boyasını süngerini alacaktı. Yine alnının teriyle, helalinden kazanacaktı aşını. Ama sanki seher yeline karışıp yitiyordu verdiği emek. Onca yol yürüyor, onca söz işitiyordu da bir avuç buğday olsun söküp alamıyordu topraktan.
Bir giysi vitrininin içindeki boy aynasında kendisini görünce iki eliyle kasketini düzeltip kılığına çeki düzen verdi. Daha yirmili yaşlarının sonunda olsa da çökük avurtları ve çelimsiz cüssesiyle kırka yakın gösteriyordu. Adını yurdunu öğrenip yaşını soranlar inanmıyorlardı ona. “Öyledir beyim,” diyordu şaşıranlara, “Bizim oranın adamı erken kocar.”
Hava kararmıştı. Akşam okunurken işliğini bir cami avlusunun girişine kurup namazcıların çıkmasını beklemeye koyuldu. Paydos etmeden önce son işini tutacaktı burada. Çok geçmeden Şam fukarası kılıklı, pis kokulu bir adam gelip dikildi karşısına. Camiden çıkanlar ayakkabılarını giyerken adam kametini eğriltip avucunu kaldırdı: “Allah rızası için bir sadaka!” Ali kendiyle konuşmaya başladı: “Sen akşama kadar sırtında boya sandığıyla koştur, karşındaki avara gelsin çalışmadan etmeden, Allah’ın rızasını da aracı ederek ele âleme avuç açsın. Oh, ne âlâ memleket!”
Akşama kadar ona buna hırslanan Ali, sonunda çatacağı birini bulmuştu karşısında. Kendini tutamayıp: “Bak hele birader,” dedi dilenciye. “Ayıp dağel mi be? Benden sıhhatli adamsın, çalışsan ekmağ’ni çıkarsan ya. Oyle elini gotüne goymağlan olacak iş mi?” Dilenci ifadesiz gözlerle bakıyordu yüzüne. Bu kez sesini yumuşattı. Başparmağıyla işaret parmağının uçlarını birbirine değdirip adama uzatırken, “Elden gelen öğün olmaz, olsa da vaktında bulunmaz gardaşım, iyi belle sözümü,” diye lafa girişti. Ne ki daha bir ton söyleyeceği olmasına karşın acı acı gülümseyen dilenci, “Allah’ın köylüsü bize nasihat veriyor.” diye söylenerek uzaklaştı. Ali’nin gücüne gitti bu sözler. Gül yağı kokan iki hacının ayakkabısını boyayıp sandığını yüklendi. “Hep bir ağız olmuş bunlar! Köylü de köylü! Elin götü boklu fukarası bile bizi beğenmedikten gayrı…” diye kendiyle çekişerek yoluna giderken bir türkü tutturup gönlünü serinletti: Giye giye eskitmişin alları / Getirdin başıma türlü halları / Gelir deyi çok bekledim yolları / Yoksa yemin mi ettin gelmemesine…
Dönüş yolunda, meydandaki Atatürk yontusunun altından geçerken başını kaldırdı: “Bizim Gubilay Hoca hep anlatırdı atam. Sen köylüye toprak verecekmişsin de verdirtmemiş ağalar. Ah atam, bir hapaz toprak vereydin görürdün Ali’ni! Ah…” diye söylenerek evin yolunu tuttu.
* * *
Alper AŞIKOĞLU | TeReKe #5
(esli-harf.blogspot.com.tr)