Altı üstü bir Spider Man, hepi topu da iki büyük biraydı be Heidi tipli kız.
Tamam ben demiştim buluşalım diye, biraz da gazım vardı üzerimde. O yüzden sana aldığım plastik yüzüğü satanı güzel bozmuştum. Emin ol o gün bugün polikarbon levhaları kesip boyayıp kimseye ruh haline göre renk değiştiren bilmem ne taşı diye pazarlamıyordur. Türk kahvesi teklifini reddettim etmesine (faldan korkardım) ama tavlaya vardım her zaman. 2-2’iyken sen çamura yattın bana kalsa 5’e yürürdük. Sonra… Sonrasını biliyorsun. Yağmur yağdı.
Akşam da oluyordu zaten. Önce ellerim terlemeye başladı. Sonra garip bir migren ki sorma. Sanki o gün eczaneler sözleşmişti dükkan açmamaya, bütün telefoncular tek bir tabuta sığmışlardı, doktorlar da yüzlerine pandomim boyalarından sürmüşlerdi ki beyaz önlükle karışsınlar, kimse onları tanımasın. Öylesine arazlıydım o akşam üstü… Yoksa bana mı öyle geldi? Ama neyse ki sonra yağmur yağdı..
Ağabeyini ve arkadaşlarını bekledik teras katında, bayağı komik adamdı o uzun boylu olan. Gözlüklü keçi sakallı konusunda da yanılmamıştım. Adam bilgisayarcıydı. Haa bi de o kareli gömlekli. Bak işte onu sevemedim be Heidi tipli. Yeni aldığı çantasını yere koymaktan kaçınan, sürekli sms yollayıp annesiyle konuşan o adamı sevemedim işte. Bir de planlarını anlatıyordu ya hep. İşte oldum olası gelemem plan-proje anlatana. Benim hiç yok diye kıskanıyorum heralde. Fakirlik zor be. Sen, ben somurttum sandın yok yere ama aslında benim derdim başkaydı. Biz hala terastaydık, üstümüz açık yağmur başladı.
Birden kupkuru oldu gözlerim ki nasıl korktum anlatamam. Bir daha hiç ağlayamayacağım sandığımdan yüreğim güp güp attı dakikalarca. Tırnaklarımı yeşem de rahatlasam dedim ama arkadaşlarından çekindim, yapamadım. Gizli gizli dudağımı yoldum biraz, içten içe de yanaklarımı kemirdim sen anlamadan. Neyse ki sonra yağmur yağdı… Tam yağmasa da çiseledi kabul et..
Sen sinemaya gitmeyelim de barda oturalım diye üstü kapalı bir ikna çabasına girdin ya işte o anlarda yüzündeki çiller dile geldi. Ordan anladım maksadını, gayeni. Senin o gün çaldığın tel benim sazımda kopalı çok olmuştu. Hoş, istesem gider alırdım yenisini. Üşeniyordum işte.
Hem ben kendimi Peter Parker sanıyordum. Sana söylemiştim hatırlasana! Sen sordun ya bileklerine ne oldu diye? Hah! Işte orda söyledim ağlar rahat çıksın diye kestiğimi. Gündüzleri öğrencilik yapmazdım ama pasom vardı. Geceleri de atıyordum kendimi yüksek yüksek binalardan. Aynı Peter Parker gibi. Halamın adı May değil Maideydi. Şekerden öleli çok olmuştu gerçi ama aynı Peter’in halası gibi hem iyi kalpliydi hem de çok güzel irmik helvası yapardı. Yapardı da… Bu yağmur nereden çıktı yine?
Bu sefer kafam hızlı çalıştı. “Midye dokundu heralde.” diye uyduruverdim hemen. Hiçbir şey demeden kalksam 20 dakika sonra nerde bu adam diye başlayacaktınız meraklanmaya. Girdim tuvalete, derin derin nefesler aldım.Ciğerlerim amonyakla sevişti. Kapıya bir sticker yapıştırmışlar üzerinde “Despair” yazıyor. Müzik grubu falan heralde. Yoksa? Oturdum klozete pantalonumu sağ dizimden bir santim yukarı çektim ki rahat rahat sallayayım ayağımı. Topuğumu hızlı hızlı yukarı aşağı kaldırıp indirdim. Gözlerimi kasıp kasıp kırpıştırdım. Biraz burnumu oynattım, biraz göğsümu ovdum. Neyse ki küçücük pencereden sezdim ahmak ıslatanı da dışarı çıktım.
Madem, midem bozuktu. Ne diye bira söylemiştim? Sonunda çuvallamıştım işte. Maya bağırsaklarıma iyi geliyor diye saçmaladım. Bilgisayarcı yemedi, kareli gömlekli yermişçesine onayladı, uzun boylu hiç umursamadı. Sen? Emin değilim ama sen sanki gerçekten endişelendin. Biraz da sonunda hakkında endişelenecek birini buldun diye sevindin sanki. Gözünden anladım.
Film gerçekten kötüydü ama sen elimi tutmaya falan kalkma diye uyuyor numarası yaptım. Sonra dışarı çıkıp boydan boya yürürken caddeyi aniden dur bekle bir dakika dedin. Girdin o bangır bangır kafa s.ken dükkana. Içimden dua ettim, nasılsa yalnızım, yağacaksan şimdi yağ dedim. Yok, hayır.. Kabul olmayana kadar sen geldin zaten elinde jelatini üzerinde CD’yle. Bir kaç kere chatleşmiş bir kere telefonda konuşmuştuk. Beni, Peter Parker’a “Hastayım Sana” adlı bir albüm hediye edilemeyeciğini bilmeyecek kadar tanımıyordun. İyice allak bullak olmuştum. ”Yağmaya başlamadan kapalı bir yere geçelim” bahanesi ve tezcanlı bir teşekkürle geçiştirdim herşeyi.
Tam otoparkın yanındaki bara giriyorduk ki serpiştirmeye başladı. ”Sen Gir” dedim en sahte maçolugumla. İki defa öğürdüm, bir defa kustum. Birer bira içtik üzerine ki ben daha fena olayım. Oldum da. Çok fenayım gidiyorum diyebildim sonunda acındıran bakışlarla. ”Bana gel” dediysen de duymadım. Demişsindir heralde, diş hekimiydin sonuçta, anlardin az çok şizofreniden. Meydana varmadan yollarımız ayrıldı, yanak yanağa öpüştük, kolumu okşayınca irkildim, cebimden düşürdüm albümü. Sen aldın yerden, geri verdin. Gözlerini yere dikip 9. şarkıyı çok seviyorum dedin. Acilen gitmesi gereken hasta edasıyla yapyalan bir “Görüşürüz” çıktı ağzımdan.
Bugün farkettim. Sana ettiğim kadar beş sene boyunca bir kere bile dokunmayarak hediyene de haksızlık etmişim. 9. şarkıdan başladım dinlemeye. “Hiç Kimse Değilim” diyor içli içli.
Ne kolaydır insanın tanımadığına kapılması.
İnan bana Heidi tipli, o ıslak günlerde bende hiç kimse değildim. Belki de hala değilim ve o yüzden kapılıyorum tanımadıklarıma.