Feridun Lemi, berrak bir Pazar sabahı düşlerinden uyandığında gülümsediğini fark etti. Şubatın ortasında bir kardelen gibi açan güneş, yazdan kalma bir günü müjdeliyordu. Keyifle gerinerek kuştüyü yastığın sıcaklığına kendini bıraktı. Yatağın içinde amaçsızca uzanmak ve uzunca bir süre zaman öldürmek istiyordu; buna karşın içi içine sığmıyor, dinç bedeni kendini yataktan atmaya çabalıyordu. Sonunda karnının da iyiden iyiye acıkmasıyla yataktan kalktı ve ıslık çalarak banyonun yolunu tuttu. Karısı, annesini ziyaret etmek üzere çocukları da yanına alarak şehir dışına çıkmıştı; bir sonraki pazara kadar dönmeyeceklerdi. Bir süreliğine de olsa evde yalnız olacağını bilmek Feridun Lemi’yi heyecanlandırıyordu. Çocukların gürültüsünden ve karısının sürekli başına kaktığı tamirat işlerinden uzak bir Pazarı bir daha zor bulacağını biliyor, bu yüzden dubleks evinin içini dolduran sessizliğin tadını çıkarmak, bütün gün tembellik etmek istiyordu. Çocukluğunda en nefret ettiği gün olan Pazar, artık onun için, iş günleri içine mıhlanıp kaldığı hastane kliniğinin kasvetinden arınabildiği yegane sığınağı olmuştu. Tüm bunlara bir de havanın açık olması eklenince, yüreğinde infilak eden bir coşkuyla suyun altında bağıra çağıra şarkı söyleyerek duşunu aldı, ardından mutfağa inerek kendine kusursuz bir kahvaltı hazırlamaya girişti.
Güne oldukça iyi başlamıştı. Sofraya oturmadan önce yapması gereken tek şey kalmıştı; site görevlisinin her Pazar kapısının önüne bıraktığı gazeteyi almak. Komşularının aksine, Pazar hariç, gazete siparişi vermezdi. Lakin Pazar sabahları kahvaltı boyunca hafta sonu ekleri dahil gazeteyi baştan sona okumak, hayatındaki nadir lükslerden biriydi. İşte o sabahki aksilikler, kapının önüne bırakılan bir gazete olmadığını fark etmesiyle başladı, yine de bunu kafasına takmadı. Daha önce hiç aksatmamış olmasına rağmen o gün, görevlinin gazete bırakmayı unutmuş olabileceğini düşündü. Kesinlikle böyle olmalıydı. En iyisi, görevli kulübesine kadar gidip yeni bir sipariş vermekti. Sesine biraz sertlik havası verir ve acele etmesini de tembihlerse kahvaltısını bitirmeden gelirdi gazetesi. Alelacele eşofmanlarını giyip dışarı çıktı.
Bir daire oluşturacak şekilde, nizami aralıklarla sıralanmış villaların arasından esen hafif bir yel, komşu evlerin aralık pencerelerinden çatal bıçak seslerini ve sohbetleri kulağına getiriyordu. Sitenin demir kapısının hemen bitişiğindeki kulübe, durgun semada asılı kalan bulutların altında metruk bir havaya bürünmüştü. Yaklaştıkça, burnuna keskin ve iç bayıltıcı bir koku gelmeye başladı. ‘Köpek leşi gibi!’ diye geçirdi aklından. Koku, doğrudan kulübeden geliyordu. Kapıya ulaştığında ise iyice artan kokuyla yüzünü ekşitti ve yere tükürdü. Kapı aralıktı; görevlinin ismini seslenip bir süre bekledi. Bir yandan da midesini yakan bu kokuya neyin sebep olabileceğini düşünüyordu. ‘Ne haltlar karıştırıyor bu adam?’ İçeriden yanıt gelmeyince kuşkuyla karışık bir merakla kapıyı aralayıp içeriye girdi. İşte o zaman Feridun Lemi, kendisi gibi akılcı bir adamın gerçek hayatta karşılaşacağını belki de aklından en son geçireceği şeyle göz göze geldi. Sırtından soğuk bir ter kıçına doğru kaydı ve o an, nabzının şakaklarında attığını hissetti. Görevli, tavandaki kancaya geçirilmiş halatın ucunda, bir kukla gibi sarkıyordu. Pencereden içeriye giren güneş, adamın partal kıyafetleri üzerinde ışık oyunları oluşturuyordu. Hemen altında, yere devrilmiş bir tabure vardı. Kanı çekilmiş, şişkin yüzündeki her zaman takındığı güleç ifadeyi ölüm bile gizleyememişti. Başı, omuzunun üzerine doğru devrilmişti; bu, ona masum bir görünüm veriyordu; ama yine de, adeta Feridun Lemi’ye diktiği buz gibi bakışları, ürkütücüydü. Titrek elleriyle güçlükle kapıya tutundu, derin derin nefes alarak kalp atışlarının yavaşlamasını bekledi. Öncelikle, sakin olmalıydı; ölen ölmüştü ve bu durumda yapılabilecek en iyi şey polise haber vermek olurdu. Birden, aklına, yönetici Haşim Bey geldi. Avukattı, ne yapılması gerektiği konusunda serinkanlı bir karar verebilirdi. Üstelik polise haber verilecekse de, yönetici olarak bu görev onundu. Kapısını çalıp, gördüklerini onunla paylaşacaktı, böylesi en makulüydü. Tam gitmeye niyetlenmişken, kafasında şimşek gibi çakan bir düşünceyle aniden durdu. Kulübenin kapısından başını uzatıp dışarıyı kolaçan etti; kimseler yoktu. Seri adımlarla gerisin geri kendi evine yöneldi. Belli ki, cesedi fark eden ilk kişi, kendisiydi. Eğer, bu öğrenilirse, polisler olayla ilgili, öncelikle onu sorguya çekecekler, çetrefil sorularla boş yere başına çorap öreceklerdi. En iyisi, bu işe hiç karışmamaktı. Dahası, o, meslektaşları arasında saygın bir hekim olarak bilinirdi, isminin bu uğursuz olayla birlikte anılması, hiç de hoş olmazdı. Nasıl olsa, gün içinde komşulardan biri kokuyu alacak, ipin ucunda sallanan görevliyi görecekti. Sonrasında ise, polisi arayabilirdi. Kendisinin, bunu yapmamasının haklı sebepleri vardı. Evin önüne geldiğinde yan komşusunun küçük oğlu Mertcan’la karşılaştı. Dört tekerli bisikletinin üzerinde, uykulu bakışlarla ağır ağır yanından geçiyordu. Tam geçip gidecekken, hain bir dürtüyle duraksadı ve arkasından seslendi: ‘’Mertcan! Senden bir şey isteyebilir miyim? Bekçi amca bugün benim gazetemi getirmeyi unutmuş. Benim için kulübesine kadar gidip hatırlatabilir misin?’’‘’Ama getiremez ki zaten…’’‘’Neden?’’‘’Çünkü ölmüş… İki gün önce babamla birlikte bulduk. Babam, bekçi amcanın kendini astığını söyledi.’’Birden iki eliyle ağzını kapattı; sonra başını öne eğerek utançla devam etti: ‘’Bunu kimseye anlatmayacağıma söz vermiştim. Şimdi babam bana kızacak.’’‘’Merak etme, ben bir şey demem babana. Hadi sen bisikletini sür şimdi.’’
Feridun Lemi, çocuğun, beynine kurşun gibi sapladığı bu itiraftan sonra eve girip amaçsızca antrede dikildi. Demek Ediz Bey’de biliyordu. Demek o da elini taşın altına sokmak istememişti. Yalnız olmadığını bilmek, Feridun Lemi’yi rahatlattı. Kim bilir, adam kaç gündür o kulübedeydi? ‘İki gün önce!’ Belki, bir başkası da, daha önce görmüştü ve o da susuyordu. Gergin adımlarla evin içinde volta atmaya başladı; bir yandan da tırnaklarını kemiriyordu. ‘Başka birilerinin de haberi var mı acaba?’ Kafasını dağıtmak için televizyonu açtı; fakat görevlinin kulübedeki görüntüsü durmadan zihnini kaşıyordu. Boynunu büküp selam verirken her daim dudaklarında beliren o avam tebessümü, canını boğazından söküp alan düğüm bile silememişti. Hatırlayınca, tüyleri ürperdi. ‘Tam da ölecek zamanı buldun!Bu güzel Pazar gününde…” Telefonun tiz sesiyle kendine geldi. Yönetici Haşim Bey arıyordu, tereddütle titreyen parmakları bir an havada asılı kaldıktan sonra telefonu açtı. Haşim Bey; akşam yapılacak toplantıyla ilgili aradığını söyledi. Toplantı konusu, site çevresinde yayılan ağır kokuydu.
Akşam, sitenin tüm erkekleri toplantıdaydı. Odayı sigara dumanı ve sessizlik bürümüştü. Feridun Lemi, Ediz Bey’in olduğu tarafa kaçamak bir bakış attı. Ediz Bey’de, herkes gibi ifadesiz bir yüzle Haşim Bey’in konuşmasını bekliyordu. Haşim Bey, bir süre, yapmacık öksürüklerle boğazını temizledikten sonra konuya girdi: ‘’Evet, beyler. Bildiğiniz üzere, birkaç gündür sitemizin etrafında kötü bir koku hakim. Nereden geldiği hakkında bir bilgisi olan var mı?’’ Toplulukta önce rahatsız kıpırdanmalar oldu; ardından kısa bir an matem yüklü bir suskunluk yaşandı. Birisi iç geçirdi, bir diğeri homurdandı. Başka biri ise, sahte bir öksürük nöbetine tutuldu. Nihayetinde, aralarında sözsüz bir anlaşma gibi başlayan kıkırdamalarla beraber hepsi birden makaraları koyverdiler. Günah gibi sakındıkları sırlarının ifşa edildiği andı bu. Ve rahatlamışlardı. Temize çıkmanın rahatlığı… Vicdani huzurun rahatlığı… Histerik kahkahaları odanın içine dolup taşarken, bir yandan da birbirlerine manidar bakışlar atıp parmaklarını sallıyorlardı. Feridun Lemi de onlara katılmıştı. Bölüştükleri ortak bir sırları olması sevindiriciydi.
Haşim Bey, elini kaldırarak milleti susturdu: ‘’Tamam, şamatayı kesin! Sanırım hepimiz üç maymunu oynuyoruz, ha? Neyse, bu konuyla ilgili olarak Cengiz Bey’in bir önerisi var. Kendisi bana açıkladı ve bence gayet mantıklı bir çözüm.’’ Cengiz Bey, kendisine çevrilen kafalara gülümseyerek karşılık verdi. Haşim Bey, devam etti: ‘’Şöyle ki; sitenin arka tarafındaki otlaklara, koyunlarını otlatmaya gelen bir çoban var. Cengiz Bey, onu tanıyormuş. Kendisinden bazen inek sütü sipariş ediyormuş. Bu akşam çobanla konuşup anlaşacak. Aramızda para toplayıp çobana vereceğiz. Bu yüklü bir meblağ olabilir tabii. O da bizim yerimize, polisi arayıp sitenin etrafında koyunlarını otlatırken kulübeden gelen kokuyu aldığını ve zavallı adamın ölüsüyle karşılaştığını söyleyecek. Sanırım, cesedi ilk gören benim. Onu üç gün önce buldum. İntiharından birkaç saat önce gördüğümde, yola düşen kuru yaprakları süpürüyordu. Şimdi, otopsi yapılırsa kaç gün önce öldüğü ortaya çıkacaktır, değil mi Feridun Bey?’’
Feridun Lemi, kızaran yanaklarına engel olamayıp başını sallamakla yetindi. Haşim Bey, lafını sürdürdü: “O yüzden garanti olsun diye söylüyorum. Bu geceden itibaren herkes ailesini alıp şehir dışına çıkacak. Yarın polisten haber geldiğinde geri döneceğiz. Döndüğümüzde ise bir haftadır ortalarda olmadığımızı, tatilde ya da iş gezisinde falan olduğumuzu söyleyeceğiz. Artık bir şeyler uydurursunuz. Çoban da sitede kimseyi bulamadığını söyleyerek bizi doğrulayacak. Böylelikle kimsenin başı ağrımayacak. Polisler de isterlerse, çobanı sorgulayabilirler… İtirazı veya başka bir önerisi olan?”
Ekin Gökgöz