Turuncu saçları vardı. Ben ne zaman bir kadın canlandırsam gözlerimin flusunda ve onu betimlemeye çalışsam, hep saçtan başlarım. Belki de herkes gibi. Ama bende herkeste olduğundan daha çok canlanırdı kadınlar. Bu benim farklılığım değil belki herkesin aynılığı. Oturmuş bekliyordum onu işte öylece, dün gece akülü arabamın aküsünün bittiği yerde. Giyinip çıktım bahçeye, on yaşında olmanın verdiği gururla fırlattım çantamı, bekledim onu apartman merdivenlerinde.
Griydi benim apartmanım. Kafamı koydum dizlerimdeki ellerime, bir kulağım merdivenden gelecek olan, diğer kulağım servis aracının çıkarttığı diğerlerine oranla daha homurtulu olan seste. Eğer şanslıysam o gün o indikten 5-6 dakika sonra gelirdi servis ve biz oynardık. İki çocuk 5 dakikada ne oynayabilir ki? Biz oynardık, en kötü kovalardık birbirimizi. Ben hep bir saat önceden çıkardım evden çünkü ben sanırdım ki; her gün farklı saatte gelecek o servis ve ben onu göremem. Zamanla daha geç geldi servis ve biz daha uzun oyunlar oynadık. Okulu sevmezdim çünkü çocukken iyi ve daha iyi kavramı yoktur, eğer bir ‘daha iyi’ söz konusuysa ‘iyi’ denilenler şey işkence gibi gelir. Düşünüyordum da Yelda ile oynamalarımızı saymazsam ben çok yalnızdım. Bir çocuk nasıl yalnız olabilir ki şu yeryüzünde? Her çocuk birbiriyle arkadaştır oysa tanımasa bile. Ben o servisin aslında geç gelmediğini, Yelda’ nın erken geldiğini anlayacak yaşa geldiğimde, yine bahçemde bir boncuklu tabanca ile nişan alıyordum karşı bahçede bulunan ağaçtaki incire, “Birsenler taşınıyormuş duydun mu Havva?” “Duydum duydum, yarın sabah gidiyorlarmış.” Kafamdan aşağıya kaynar sular döküldü. Koşuyordum etrafa ateşler, küfürler ede ede. Şarjörüm bitince sakinleştim ama yine onu düşündüm tüm gece. Ağladım ama sinirden ağladım yanlış anlamayın, canım yandığından değil. Sinirden ağlardım ben, kavgalarda da. Sabah uyandım. Bodrum katındaki evimizin penceresinden pijamayla çıktım bahçeye, çıplak ayak koştum binanın önüne. Bir kamyon vardı, koltuk taşıyan atletli adamlar. Arkamdan annem “Ömeeeeeer” diye bağırdı. Yelda beni fark etmesin diye geri koştum hemen eve. Üstümü giyindim, ayakkabılarımı giydim. Aynaya bakıp kaşlarımı çattım.
Kapıyı derin bir nefesle açıp, bodrumun karanlığından yukarı doğru çıkıyordum aydınlığın hüznüne. Ve Yelda duruyordu arabanın başında, ay gibi parlıyordu yüzü. Mutluydu sanki gideceğine ama bence kandırmışlardı onu güzel oyuncaklarla. Yelda’nın çok güzel bebekleri vardı ama hiçbiri onun kadar güzel değildi. Bir şey demeden baktım öyle apartmanın karanlık holünden, Yelda’nın güneş altındaki yüzüne, güneş yüzünde, güneş yüzüne. Koştum indim karanlığa, rutubete, yoksulluğa, acıya.
Ömer Bilgiç