Nikola Tesla Üniversitesi bilim tarihi profesörü Alan Kaplan, koloninin en saygın eğitim kurumunun konferans salonunda, karşısında merakla onu izleyen öğrencilere bakarken bir an geçmişi düşündü. Gece boyu yapacağı konuşmayı tasarlamıştı. Yine de söze nereden başlaması gerektiğini bilmiyordu. Uzun bir tarihi damıtıp kısa bir sunumla aktarmanın, bir zamanlar Dünya’da başlayan insanlık serüveninin yüzlerce yıl önce CM-7 Kolonisi’ne geçiş sürecini anlatmanın kolay bir iş olmadığını biliyordu.
Yaşamın eskisinden her şekilde farklı olduğu düşüncesi ürpertiyordu onu. Salondakilere göz gezdirdi. Buraya gelmeden önce karbonhidrat, protein tozu ve yağ içeren kartuşlara sahip 3-boyutlu yazıcılardan çıkardıkları, klasik evrensel kahvaltılarını yapmışlardı. Bunun, uzun zaman önce salt astronotların uzaydaki protein ihtiyaçlarının daha rahat karşılanması adına NASA’nın geliştirdiği bir proje olduğunu içlerinden kaçı biliyordu?
Sahnede konuşmadan kalabalığı izlemesi, salondaki uğultuyu kesti. Saatine baktı. Kendisine ayrılan süreden 8 mileto geçmişti. Değişen çağ ile birlikte zaman da değişmişti. Dünya saati, en düşük enerji seviyesindeki Sezyum-133 atomunun iki hyperfine seviye arasındaki geçiş radyasyonunun 9.192.631.770 periyoduna karşılık gelen zaman birimi saniye’yi temel almıştı. Zaman birimi şimdiki gibi değişken değildi. Günün her anı sabitti ve Güneş’in konumu zamanı belirleyen temel ölçüttü. Şimdiki kuşağa oldukça garip geliyordu bu. Sibernetik Bakanlığı’nın yayınladığı çizelgeye göre değişkenlik gösteriyordu şimdiki zaman. Kolonideki sistemlerin eşgüdümlü yürütülebilmesi için gerekli bir düzenlemeydi bu.
“Aradan geçen binlerce yılı bir çırpıda özetlemenin oldukça zor bir iş olduğunu baştan söylemeliyim. Başlamadan önce, bunun yalnızca size anlatmak istediklerimi anlatacağım bir sunum olduğunu belirtmek isterim.”
Altıncı His cihazını boynuna geçirdi. Sahnede, elinde kablosuz yanan bir ampulle Tesla belirdi.
“Bu konuşmaya hiç şüphesiz Tesla ile başlamak isterim. Zamanının kapitalist işleyişine ayak uyduramayan, tek düşüncesi çalışmaları olan, aklının çok gerisindeki bir çağda yaşamak zorunda kalan bu değerli bilim insanını size bir kez daha keyifle anlatmak isterim. (…)”
“Peki neden Mars?
Yüzeyindeki demir oksitten dolayı ‘Kızıl Gezegen’ denen ve adını Roma mitolojisindeki savaş tanrısı Mars’tan alan bu gezegen eski gezegenimize oldukça benzer. Dünyaya yakınlığından dolayı ilk yapay tarım ve canlı yetiştirme deneyleri de bu gezegen üzerinde yapıldı.”
“Mars’ta su bulundu.” manşetleriyle dolu gazeteler belirdi ekranda.
“(…) Burayı gezegenimiz olarak sahiplenmediğimizi, CM-7 içinde, zorunlu bir konuk olduğumuzu hepiniz biliyorsunuz. Dünya’daki geri dönüşüm çalışmaları devam ediyor. Hepimiz bir gün tekrar oraya dönmeyi, eski romanlardaki doğa tasvirlerini yaşayacağımız günleri hayal ediyoruz. Güneş sisteminden ayrılma serüvenine ise henüz hazır değiliz.”
“(…) İçinde bulunduğumuz Biyosfer S-19’a gelince… İlk olarak 20. yüzyılda Oracle, Arizona’da kurulan yapay ekosistemde yapılan test çalışmaları sonunda bilim adamları kapalı ekosistemlerin uzay kolonizasyonu için kullanılabileceğini ispatladılar. İskeleti çelik ve camla yalıtılan ve yaklaşık 860 sulge büyüklüğünde bir alanı kaplayan bu ilk prototipe, dünyanın Biyosfer tabakasından esinlenerek Biyosfer 2 adını verdiler. Hemen ardından Paragon Uzay Gelişim Şirketi bu biyosferleri minyatürleştirerek uzay mekiklerine ve uzay istasyonlarına gönderdi. Orada yaşam döngülerini tamamlayan organizmalar üretti. Zamanla geliştirilerek şu an içinde yaşadığımız son halini aldı.”
“(…) Koloninin kuruluşuyla birlikte nasıl bir yönetim biçiminin seçileceği de tartışıldı. Koloniyi kuran öncü atalarımız, zamanlarının seçkin sınıfına aittiler. Gelişkin bilimsel, sanatsal, kültürel ve siyasal birikimleri olan bu seçkin öncüler, başlangıçtaki geçiş döneminin ardından meritokrasi, teknokrasi, demokrasi ve sosyalizm karışımı yeni bir karma yönetim sistemi olan Metedemosi’yi ideal yönetim sistemi olarak benimsediler.”
“(…) Her ne kadar tanımlandığı sözcüğün anlamı ‘bölünemez’ olsa, atomun parçalanabileceği çok geçmeden keşfedildi. Çekirdek tepkimelerini nano-düzeyde gözlemleyebilen, atom ve molekülleri isteğe göre kontrol altında tutup istemli çekirdek tepkimeleri gerçekleştirebilen Derleyici’ler geliştirildi ilkin. Şimdi ise Atom Dönüştürücü Yazıcı’lar ile karbonmonoksit moleküllerinden bir masa elde etmek ya da azot atomlarından şirin dekoratif aletler yapmak işten bile değil. Hassas kartezyen koordinatlarla çalışan ve milyarlarca nano-hücreden oluşan bu yazıcılar, dilediğimiz malzemeleri elde etmemizi sağlamalarının ötesinde, koloni doğasının çürükçülleri görevini üstlenerek kayıpsız bir geri dönüşüm de sağlıyorlar.”
“(…) Bir zamanlar mavi gezegendeki atalarımızdan çok daha farklı bir gözle bakıyoruz Güneş’e. Her şeyden önce, bu yıldızı artık verimsiz bir enerji kaynağı olarak kullanmıyoruz. Elektron Enerjisi Santralleri’yle hem elektron spinlerinden hem de elektronların manyetik alanlardan enerji elde edebiliyoruz.”
Işığın yapısının aydınlatılması ile birlikte yaşanan büyük sıçramadan söz etti profesör:
“Bu arada, ışık hızını ölçmek için yapılan ancak başarısızlıkla sonuçlanan ilk çalışmalardan söz edeyim size. Galileo’nun fenerle yaptığı ışık hızı ölçümünü hepiniz bilirsiniz.”
Salonda bir gülüşme oldu. Onlara katılmadan sürdürdü konuşmasını profesör:
“Her ne kadar ilkel olsa da saygı duyulacak bu deneyden yüzyıllar sonra, 2000’li yılların başlarında, Avrupa Parçacık Araştırma Merkezi’nde yapılan deneylerde bilim adamları atomdan küçük partiküllerin ışık hızını aştığını saptadıklarında, üstelik bunu inanılmaz bulup on beş bin kez denediklerinde, zamanın fizik yasalarına uymayan bu olguyu kabullenmekte zorlandılar. Fizik kurallarının yetersizliğini kabullenemediklerinden, ölçümlerin hatalı olduğunu iddia ettiler. Partiküllerin ışık hızını aşabilmesi, temel fizik yasalarına tamamen ters bir olguydu ve Einstein’ın ‘İzafiyet Teorisi’ne aykırıydı. Cisim, zaman, mekân ve hareketin birbiriyle bağımlı olduğunu savunan, sarsılmaz kabul edilen bu teori, Siberofizik Yasaları’nın temelini oluşturan ancak henüz temel hatalar içeren bir taslaktı aslında. Bunun nedenlerinden biri, insanlığın henüz ışığın yapısını çözemeyişiydi. O zamanlar ışığın yapısını açıklayan en önemli kuram Tanecik Teorisi ve Dalga Teorisi’nin birleşimi sayılan ve ışığın hem parçacık hem dalga özelliği gösterdiğini açıklayan Maxwell’in ‘Elektromanyetik Teorisi’ydi.
(…) Siberofizik yasalarının ortaya konulması ve evrendeki düzenin nasıl işlediğinin keşfedilmesi için insanlığın henüz zamana ihtiyacı vardı. Fiziğin sadece fizik, matematiğin sadece matematik, kimyanın yalnızca kimya olmadığını anlayacaktı insanoğlu. Bir dilim dalındaki gelişme bir diğerini doğrudan etkilemiyordu henüz. Siberofizik yasalarının tüm bu bilim dallarını kapsayan ve bunları birbirleriyle bağdaştıran formülleriyle, bilim yolunda attığımız adımlar büyük bir ivme kazandı.”
0 ve 1’lerden oluşan bir dizi belirdi ekranda.
Dinleyicilerden bir öğrenciyi işaret etti profesör:
“Hangi bölümde okuyorsunuz?”
“Artırılmış Gerçeklik Mühendisliği.”
“En eski bölümlerimizden biridir. Arecibo Mesajı nedir, biliyor musunuz?”
“Elbette.”
“Bilmemeniz şaşırtıcı olurdu zaten.”
“…”
“Arecibo mesajı, 1974’te Arecibo radyo teleskobunun yenilenmesini kutlamak için yapılan törende uzaya gönderilen frekans modülasyonlu radyo dalgalarıdır. Yedi parçadan oluşan bu mesajda, birden ona kadar sayıların ikili sayı sistemindeki gösteriminden güneş sistemi grafiğine kadar oldukça ilginç bilgiler yer alıyordu. 25.000 ışık yılı uzaklıktaki M13 küresel yıldız kümesi bölgesine gönderilen bu mesaj yol kat etmeye devam ediyor. Bu işlevsiz deney, insanlığın neler yapabildiğini yine kendine gösterdiği bir gövde gösterisiydi.
Uzaydaki hayatın varlığıyla ilgili ilk ciddi çalışmaları yapansa yine Tesla’dan başkası değildi. 1899 yılının Mart ayında laboratuvarından uzaya ses dalgaları gönderdi ve kozmik ses dalgalarının kaydını yaptı. O bunlarla uğraşırken, bilim dünyası onun çalışmalarını anlayabilecek seviyeden oldukça uzaktı. Tesla gibi bir gelecek zaman insanının dünyaya o çağda gelmiş olması ne acı!
Onun ölümünden sonra el konulan notları uzun yıllar sonra Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü arşivlerinde bulunsa da şimdi bile bu amaca ulaşabilmiş değiliz. Daha doğrusu, ulaşmak istemiyoruz. Gezegenler arası iletişim ve uzaydaki gelişkin yaşam formlarının aranması II. Dijital Savaş’la birlikte koloni yaşamının esenliği için Yönetim Kurulu tarafından rafa kaldırıldı.”
“(…) 2011 yılında Dmitry Itskov tarafından başlatılan ve Avatar A, B, C ve D gibi dört aşamadan oluşan ‘Russia 2045’ projesinin, insan beynindeki verilerin depolanması ve ilk e-insan’ın oluşturulması gibi büyük hedefleri vardı. İnsanlar zihinlerini bilgisayara aktarabilecek ve biyolojik vücutlarından dijital ortama geçebileceklerdi. Ancak istenilen sonuçlar elde edilemedi. Nöronlarla etkileşimlerde bu veriler yok oluyordu. Belirsizlik İlkesi’nin elektronlar için söyledikleri sanki bu veriler için de söylenmiş gibiydi. An itibariyle, Einstein’ın beyni bir hatıra olarak saklanmaya devam ediyor.”
“(…) Yapay zeka çalışmalarının geliştirilmesinde kullanılan Bulanık Mantık, Çoklu Zeka Teorisi ile birlikte kendi yazılımını geliştirebilen ve Turing Testi ile ayırt edilemeyen s-robotlar’ın alt yapısını oluşturdu. I. Dijital Savaş’a neden olan bu gelişme sonunda ‘Ağlar Arası İletişim Sınırlamaları Yasası’ ortaya çıktı. Bu ve bunun gibi sınırlayıcı Teknolojik Hukuk yasaları ile Öngörü Testi’nden geçmeyen teknolojik gelişmelerin, sonrasında nasıl istenmeyen sonuçlar doğurduğunu tarihte bedeller ödeyerek öğrenmiş bulunmaktayız.”
“(…) Ozon tabakası delindiğinde, insanlık kanserle baş etmek zorunda kalmıştı. Zamanın kanser tedavi yöntemi şöyleydi: karbon ve azottan oluşan bir kafesin içine Aktinyum-225 hapsediliyordu. Kafesin dışındaki özel proteinse kanserli hücreye yapışarak kafesi çürütüyor ve bu radyoaktif madde kanserli hücreyi öldürüyordu. Neyse ki artık kanser ve radyasyondan etkilenmeyen oldukça farklı bir nesilsiniz.”
“(…) Geçmişteki ürkütücü örneklerden aldığımız derslerle, rekombinant DNA ve transhümanizm çalışmalarının çok katı kurallar gereğince yapıldığını hepimiz biliyoruz. Başlangıçta kalıtsal hastalıkların iyileştirilmesinde kullanılan rekombinant DNA, kısa zamanda çok geniş bir uygulama alanı buldu. Kök hücre çalışmaları ve nörojenerasyon ile omurilik, sinir ve beyin hücrelerinin üretilmesi sağlandı. Spesifik inkübatörlerde organ ve dokular sentezlendi.
Canlılardan elde edilen ve yalnızca basit bir bağışıklık sağlayan aşıların yerini, vücudumuzdaki her bulguyu rapor edip kayıt altına alan, gerektiğinde kendi çözümlerini üretebilen ‘nano-koruyucular’ aldı. Hâlihazırda devam etmekte olan, biyolojik olarak kusursuz insanı arayan ‘İdeal İnsan’ projesi kapsamındaki güncellemeler ise devam ediyor.”
“(…) Antik çağda birçok insan tapınmayı oldukça pragmatist bir yaklaşım olarak kullandı. Besinlere hayat veren Güneş’e, gece yol gösteren Ay’a, doğa güçlerine, atalarına, hükümdarlarına taptılar. Sanırım o insanlar dijital çağda yaşasaydı tapacakları şeylerin başında algoritmalar gelirdi.”
“(…) Kuantum Bilgisayar alt yapılı, yapay hormonlar ve elektriksel uyarılarla yaşama geçirdiğimiz ‘Simüle GerçeklikCihazı’ sayesinde ölümsüzlük heveslerimizi an azından giderebiliyor, kısa zaman dilimlerinde uzun süreler geçirebiliyoruz. Beş dakikalık bir simüle gerçeklik seansında haftalarca ya da aylarca dilediğimizce yaşayabiliyoruz. Bahse girerim ki bu salonda bulunan herkes birkaç kez evreni fethetmiştir.”
Dinleyiciler arasında gülüşmeye neden oldu bu sözler.
“Doğaya hükmederek elde ettiğimiz başarıların eksiklerini de kapatmak zorundayız. Simülasyon imi olmadan yaşayacağınız deneyim, sizi ‘gerçek’ gerçeklikle simüle gerçekliği ayırt etme güçlüğüne düşürdüğünde kendiniz ve toplum için tehlikeli eylemler sergileyebilirsiniz.”
“(…) Bilgi Çağı’nın yıkılmasının altında yatan en önemli etken ekonomik düzendi. Yeryüzündeki emek ve üretim yollarının yanlışlığını eleştiren Küçük Güzeldir felsefesi, Venüs Projesi ve Antik Dönüşüm gibi oluşumlar ortaya çıksa da bunlar yalnızca küçük çaplı gruplarla sınırlı kaldı.”
“(…) II. Dijital Savaş’tan sonra kaynakların dağılımındaki yetersizlik nedeniyle alınan kararla yayılan Burgus Virüsüile Alt-tür Gen’lere sahip insanlar yok edildi. Bugünün koşullarıyla bunun acımasız bir soykırım olduğu savunulsa da zamanının şartları içinde bunun bir gereklilik olduğu ifade edilir tüm kaynaklarda.”
“(…) Koloni içerisindeki yaşam size kimi zaman bir ütopya kimi zamansa bir distopya içinde yaşadığınızı düşündürüyordur eminim. İçinde yaşadığımız zamanın ‘Dönüşüm Çağı’ olarak adlandırılmasının altında yatan bilgeliği hepiniz görüyor olmalısınız. Er ya da geç eski gezegenimizde, eski yaşamın güzellikleriyle dolu günleri göreceğiz. Aklın ve bilimin öncülüğünde doğanın engellerini aştığımız gibi, insan doğasının engellerini de aşacağız. Koloninizin mottosunu asla aklınızdan çıkarmayın: ‘Disce quasi semper victurus!’ Hep yaşayacakmış gibi öğren!”
Konuşmanın bittiğini düşünen birkaç kişiden alkış sesleri yükselmeye başlayınca işaret parmağını uzatarak araya girdi profesör.
“Yine de bunca gelişmeye karşın yapamadığımız oldukça basit bir şey var.” dedi.
Sözlerinin etkisini görmek için bir süre bekledi. Çıt çıkmıyordu dinleyicilerden. Gözlerini kırpmadan onu izleyen gözlere bakarken, arkasındaki ekranda birbiri ardına gelişigüzel rakamlar akmaya başladı. Ardından ekran karardı. Sahnede Yunan alfabesinin on altıncı harfinin hologramı belirince kahkahalar duyuldu.
“Çemberin çevresini çapına bölmek!”
* * *
Alper AŞIKOĞLU