İnsanların büyük bir çoğunluğu, o kadar büyük bir çoğunluk ki genelleme yapma yanlışında bile rahatlıkla bulunabiliriz, inandıkları şeyi esas doğru olarak kabul eder. Doğrunun esasını irdeleme boyutunda ise pek çoğu bir fikir yürütemez, işte burada dogmatizm kavramı karşımıza çıkar.
Dogmatizm: İnsanın bir fikri, bilgiyi ya da ideolojiyi sınamaksızın salt doğru olarak kabul etmesidir. Bizim burada ele alacağımız dogmatizm kavramı fikri temelde gerçekleşenlerin dışında insanın bizim beden olarak tanımladığımız vücudu kendisi olarak kabul etmesi üzerinden gerçekleşecek. Burada söz konusu olan dogmatizm insanın bedenini ve yaşadığı hayatı ben olarak tanımlaması ve kabul etmesinden kaynaklanır. Benliğini ve bedenini sorgulamaksızın hayata devam etmesi ve yaşadığı süre zarfında her türlü fikri bu ben temeli üzerine inşa ederek bunları kayıtsız şartsız kabul ediyor olması esas sorunu teşkil eder.
İnsanın hayatta başarı sağlayabilmesi onu anlayabilmesi ve mutlu olabilmesi için evvela kendisinin kim olduğunu sorgulaması ve kendisinin kim olduğunu bulması gerekir. İnsan Tin’dir ve var olan bu beden sadece tine hizmet için tahsis edilmiş bir et ve kemik yığınından ibarettir. Eğer insan, hayatı ve kendisini sorgulama gibi bir gayeye sahip olmaksızın yaşamaya devam etmişse tabii olarak bu bedeni kendisi olarak kabul edecektir böylece o bedenin güzelliği mutluluğu çirkinliği mutsuzluğu, hayatında sahip olduğu şeyler hazzı noksanlıklar mutsuzlukları olacaktır. Burada insan sahip olduğu bedeni ve yaşadığı hayatı, her türlü yönüyle, sorgulayarak tanımlayabilmeli ve bulmalıdır. Eğer biz sahip olduğumuz bedenden, aileden ve sosyal çevreden sıyrılıp başka bir oluşum ve değişimle yeniden var olamayacaksak hayatta mutlu olabilmek adına önce bu çatışmayı sona erdirmeliyiz ve bulunduğumuz durumu kabul etmeliyiz. Aracı amaç haline getirmek yapılabilecek en büyük hata olur, bu yüzdendir ki biz bize hizmet için tahsis edilen bu bedeni ve hayatı başlıca amaç olarak görür ve kimlik tanımlamamızı bunlar üzerinden yaparsak büyük bir yanılgıya düşmüş oluruz. Bu yüzden kendimizi tanımlamalı sahip olduğumuz şeyleri sorgulayarak kabul etmeli ve bunlarla mutlu olmayı öğrenmeliyiz. Aksi takdirde insan kabullenemediği şeyler çerçevesinde başka alanlarda bu noksanlarını tamamlama arzusuna kapılacak ve hırslı, saldırgan bir yapıya bürünecektir.
İnsanın sahip olduğu şartları kabullenmesi psikolojik olarak bir rahatlama sağlar ve insanın iç çatışmalarının önüne geçer. İnsanın huzuru bulabilmesi için evvela kabına sığabilmesi gerekir. Unutulmamalıdır ki kabında huzuru bulamayan hiçbir kaba sığmaz. Bu kabullerin yapılmasından sonra ancak insan kendisi için ideal olan yerleri aramaya koyulabilir. Çünkü ancak bu şekilde ne arzuladığını kesin ve net olarak anlayabilir, aksi durumda gidilen her yerde varılan her noktada hep bir şeyler eksik ve anlamsız kalacak huzuru bulamayacaktır.
“O Mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler”* demiştir bir şairimiz, filhakika bu insanlar içinde geçerli bir durumdur. İnsanlar sahip oldukları şeylerin değerini ancak kaybettiğinde o atmosferi terk ettiğinde tam manasıyla idrak eder. Kaybedildiğinde kıymeti anlaşılan şeylerin gerçekten kıymetli oldukları için mi üzüntü yarattığı yoksa sadece mülkiyet kavramının egomuzla olan bağlantısından mı ileri geldiğini iyi ayrımsamak gerekir, zira birincisinde telafisi olamayan çabalar boy göstermeye başlar. İşte telafisi olamayan hatalar yapmadan önce hayatımızda kıymetli olan şeyleri anlayabilmek için hem kendi içimizde hem çevremizde yolculuklara çıkmamız icap eder. Hayatta kâşif bir şuha sahip olmak, güvenli limanlardan ayrılmak ve fırtınalardan korkmamak gerekir. Fırtınada sınanmamış hiçbir gemi güvenli sayılmaz ve bilinmelidir ki dingin denizlerin kaptanları fırtınalarda felaketlerin yazarları olurlar. Hiç kimse yürümediği bir yolun rehberi sınanmadığı bir acının tesellicisi olamaz. Hayatta asıl benliğimizi keşfedebilmemiz ve sahip olduğumuz kıymetli şeyleri yitirmeden önce bulabilmemiz için yeni limanlara fırtınalı denizlere yelken açmamız gerekir. Böylelikle özgürlük kavramını hayatımıza dahil edebiliriz. Özgürlük insanın tutum ve davranışlarının hiçbir şekilde baskı ve sınırlama altına alınmamasıdır, diyebiliriz ki özgürlük kaybetmekten korkmamaktır. Sahip olduğumuz şeyler arttıkça bize sunduğu imkanlar artsa da başta verdiğimiz özgürlük tanımını ihlal eder, çünkü insan bir süre sonra yaşadığı müreffeh hayatın var edicisi olan şeylerin esaretinde tutum ve davranışlarını yürütmek zorunda kalır. Çoğu sahip olduğu şeylerin kendilerini özgür kıldığı iddiasında olsa da aslında o kadar fazla şeyin kölesidir.
Unutulmamalıdır ki bu beden dahi bizim değildir, biz değilizdir. Bu sadece bize hizmet için var edilmiştir ve eğer özgür bir ruha malik olmaktan söz edeceksek günü geldiğinde bu beden de meydana gelecek kayıplardan bile üzüntü duymamamız gerekir. Pek çok insanın yaradılışından kaynaklanan bedeni eksiklikler birer yoksunluk ya da noksanlık değildir. Bu bizim de başımıza gelebilecek olağan bir durumdur. Ruhumuzu özgürlüğe hazırlamamız gerekir.
Yeni yerler insanın ufkunu açar, hayal dünyasını genişletir. İnsanlar ancak hayal edebildiği kadardır, Çünkü hayaller düşüncenin mahsulüdür. Öyleyse insan düşünebildiği kadar vardır. Biz hayatta ne kadar var olduğumuzu her gün yeniden sorgulamalıyız. Hayatta gerçekten mutluluk arzusunu taşıyorsak kendimize sormalıyız: Bir daha dünyaya gelsek aynı bedeni seçer miydik ve aynı ailede aynı sosyal hayatta var olmak ister miydik? Bu sorulara evet cevabını verebilmek çoğunluk için zordur ancak bunu kabullenmek gerekir. Eğer bir noktaya varmak istiyorsak önce nerede olduğumuzu kesin olarak bilmemiz gerekir aksi durumda ya yanlış yönde yanlış rotada oluruz ya da mesafeyi ayarlayamadığımız için yarı yolda soluğumuz tükenir. Bu sebepten sahibi olduğumuz şeylerin kıymetini anlamalı, onları kabullenmeli onlarla mutlu olmayı öğrenmeli ve daha mutlu olmak için neyi arzuladığımızı ve ne yapmamız gerektiğini bulmalıyız.
_____________
* Hayali
Berkan Çalışkan