Şu an bu damda neden tek başıma oturduğumu bir kenara bırakın da en iyisi ben her şeyi sil baştan anlatayım sizlere. Babam ben sekiz yaşındayken gurbete gitti. Gurbet, Almanya’ydı o zamanlar. Eş anlamlı kelimeler gibi. Kriz varmış, zaten iş bulmak zorken şimdi imkânsız olmuş, işçilikle amelelikle Türkiye’de mal mülk sahibi olunmazmış, çocukların geleceğini düşünmek lazımmış.
Annem çok ağladı ama karşı koymadı Çünkü ucunda para vardı. Parayı herkes sever. Okulu bırakacağım diye tutturan abime de sert çıkıştı. “Okuyup adam olacaksın, bizim gibi amele olup da hayatın boyunca rezillik çekmeyeceksin. Aklını başına topla da elindeki imkânlardan yararlan.” Abim ses etmedi. Muhtemelen elindeki imkânları düşündü uzunca bir süre, pek bir şey bulamadı. Elindeki tek imkân okula gitmekti. Oysaki
imkân deyince insanın aklına o zengin arkadaşlarının sahip olduğu son model bisikletler, özel öğretmenler, fiyakalı rugan ayakkabılar geliyordu. Bizim kıyafetlerimizi annem evde yamalar dururdu. Arkadaşlarım görmesin diye yamayı kapatmak için elimden geleni yapar, tuhaf şekillere girerdim. Kim bilir dışardan ne kadar komik görünmüşümdür onca zaman. Yeni bir ayakkabımız olduğunda eskimesin diye giymemiz yasak olurdu. Annem sadece belli yerlerde giymemize izin verirdi. O yerlerde de yeni ayakkabılarımızla havamızı atmamız için yeterli kitle mevcut değildi.-en azından bizim istediğimiz kitle yoktu- Neyse biz de annemi ayakkabılar alındığı gün takip eder ve onları nereye sakladığını öğrenirdik. Bir hafta geçtikten sonra abimle birlikte yeni ayakkabılarımızı giyip gazoz içmeye giderdik. Tabi bu gazozların parasını filan da ayakkabıları giymek için beklediğimiz bir hafta süresince biriktirirdik. Sen sun, biz içelim! Pantolonlarımızın paçası kısa olduğundan ayakkabılarımız altında direk kendini belli ederdi. Elimizde gazozlarımız, ayağımızda yeni pabuçlarımızla mahallede tur atar, sevdiğimiz kızların önünden geçerdik. Yalnızca önünden geçerdik, konuşmazdık, sinemaya gidemezdik, gezemezdik. Çünkü zenginler fakirlerle sinemaya gitmezdi. Babam da abime sanırım bu yüzden “Doktor, mühendis olacaksın. Abidik gubidik meslek okuyacaksan hiç okuma hergele,” derdi.
Mahalleyi birkaç kez tavaf ettikten sonra, bizim evin çaprazındaki camide ayakkabılarımızı siler, temizler eski terliklerimizi giyer ve evin yolunu tutardık. Burada en önemlisi ispiyoncu hocaya yakalanmamaktı. Eğer bizi ayakkabıları temizlerken görürse; “İtin dölleri! Burası ayakkabı yıkama yeri mi? Siktirin gidin hemen yoksa ananıza söylerim zibidiler, zındıklar,” derdi. Hemen giderdik ama yine de anneme ispiyonlardı bizi. Kimseye de güven yok bu devirde.
Babam gurbete giderken annem çok ağladı. Ben ağlamadım. Dönünce bana fiyakalı bisiklet alacakmış. Abim de ağlamadı çünkü evi abime emanet etti. “Bu evin erkeği sensin, sen bu evin reis-i cumhurusun artık, tamam mı koçum?” dedi cesaretlendirmek için sırtına vurarak. Tabi bunları duyan abim sevinçten şekilden şekle girdi, bir havalar, bir cakalar. Oysaki üstüne verilen sorumluluğun ne kadar boktan olduğunu bilse anlardı belki. Zaten büyük çocuklara sorumluluktan başka bir şey vermiyorlardı. İyi ki de büyük çocuk değilmişim diye düşündüm. Üstelik abim doktor olmak zorundaydı. Doktorluk çok zormuş. Okulu çok uzun sürermiş, birçok kişi de delirip okulu yarıda bırakırmış. Her babayiğidin harcı değilmiş. Sağlık ocağındaki Doktor Mert Abi’ye sormuştum. Abim korkup vazgeçmesin diye ona söylemedim. Kendim de mühendisliği seçtim. Sanırım o daha kolay.
Babam gittikten üç ay sonra annemin karnı şişmeye başladı. Hamileymiş. Artık küçük çocuk olma saltanatım yavaş yavaş sona eriyordu. Ben de abi olacaktım. Hem abi, hem kardeş. Ara eleman, ne idüğü belirsiz. Arada sırada mahallenin diğer fakirlerinden su içse yarayan şişman teyzeleri gelip annemin karnını inceleyerek kardeşimin cinsiyeti ile ilgili kehanetlerde bulunuyorlardı. Annem de ultrasonun varlığından bihaber olduğu için “Anne karnındaki çocuğun cinsiyetini yalnızca Allah bilir,” diyordu. Kardeşim erkek oldu. Annem de bir daha doğurursa erkek olmasın diye adını “Yeter” koydu. (Zavallı çocuk, Yeter bok gibi bir isimdi.) Kız olsaymış annemin yükünü azaltırmış, ona yardım edermiş. Kız evlatlar daha hayırlı olurmuş, erkekler gibi haytalık etmezlermiş.
Bir gün derste Türkçe öğretmenimiz Pelin, -çok güzel bir kadın olduğu için onu dinlememek mümkün değildi. Bize Nazım Hikmet şiirleri okurdu. O şiir okumaya başlayınca bütün sınıf susar, onun ormanda rüzgârın dalgasıyla fısıldayan yapraklar gibi yumuşak sesinin büyüsüne kapılırdı.- bir yandan bize hayvanlarla iletişimin önemini anlatırken, bir yandan da hepimizin ufak da olsa bir evcil hayvanı olmasını istediğinden bahsetti. Bu fikir oldukça hoşuma gitti. Bence Pelin öğretmen de benim gibi artık insanlıktan umudunu kesmişti. Onu ne zaman görsem ya bahçede bir köşede ya da öğretmenler odasında kitap okurdu. Bazen de okulun bahçesinde dolanan sokak köpeklerine kantinden sucuklu tost yaptırıp onları beslerdi. Bence köpekler bile âşıktı Pelin öğretmene. Tabiat gibi, şiir gibi, aşk gibi bir kadındı. Sanırım bir tek okul müdürü âşık değildi. Pelin öğretmen ne zaman bir şeyler yapmak istese ona izin çıkmazdı. Zavallı kadın bu düzeni değiştirmeye olan umudunu hiç yitirmedi. Bana “Sen çok yeteneklisin Yaşar, seni tiyatroda oynatacağım,” dedikten bir ay sonra müdürden izin çıkmayınca gelip sınıfta bize gizli gizli tiyatro yaptırmıştı. Aslında bu engeller yüreğini kırmış, ama umutlarına en ufak bir zarar vermemişti. Çünkü kendi içinde doğurduğu güneşi başkalarının batırmasına izin vermiyordu. Hayatımın en eğlenceli dersiydi. Zaten o dersten sonra da mühendislikten vazgeçtim. Tabi abime bunlardan bahsetmedim. Evde, Pelin öğretmenin gözüne girmek için şiir okuma çalışmaları yaparken, abim gelip enseme bir tokat vurur ve “Karı gibi şu şiir okuma işlerini bir kenara bırak da ödevlerini yap,” derdi. Aile reisliğinden diktatörlüğe terfi etmeye başlamıştı yavaş yavaş. Tüm güç sahipleri gibi o da zamanla kendine verilen görevi kötüye kullanmaya başlamıştı.
Bir gün Türkçe dersimize başka bir öğretmen girdi. Pelin öğretmen yoktu. Nerede olduğunu sorduğumda tayininin çıktığını söylediler. “Nereye çıktı?” diye sordum. “Doğuya” dediler. Doğuda gurbetti sanırım. Tayinin çıkması demek bir daha gelmeyeceği anlamına geliyordu. Gurbete gidenler gelmiyordu. Çok sinirlenmiştim, benim için okulun anlamı bitmişti. Sınıftan bir hışım fırlayıp müdürün penceresine birkaç taş salladım ve kaçtım. Cam paramparça oldu umurumda da değildi. Deli danalar gibi koşuyordum, yağmurdan sırılsıklam olmuştum. Beni bir anda durduran şey yolun kenarında gördüğüm zavallı güvercin oldu. Kanadı kırılmıştı, belli ki ağlamıştı da. Özgürlüğünü yitirmenin sancılarıydı bunlar, ten acısı değil. Hemen aldım ve ceketimin içine sakladım. Bizim evin damına götürdüm. Küçük bir battaniyeye sarıp, kanadına pansuman yaptım. Artık benim de bir hayvanım vardı. Hem de bir güvercin. Evden aşırdığım ekmek içleriyle onu gizli gizli beslemeye başladım. Adını da Pelin koydum. Pelin ekmek içlerini didiklerken ben de ona şiir okudum. Pek severdi şiiri, abim gibi kızmazdı. Bir şiir bitince gurklayıp başını hafif yana eğer, suratıma bakardı. Ben de bir başka şiir okurdum. O günden sonra okula bir daha gitmedim. İlk günler hasta olduğum için yırtmıştım ama sonraki günler için yapılacak bir şey yoktu. Ben de okula gider gibi çıkıp yanıma aldığım romanları, şiir kitaplarını okuyordum bir köşede. Ama küçük sırrımı keşfeden abim bir gün beni damda yakaladı.
Önce gelip suratıma tokatı bastı, sonra da güvercinimi, Pelin’imi gökyüzüne saldı. Ondan nefret etmiş, onu oracıkta öldürmek istemiştim. Arkasından gidip beline tekme attım, yere yıkıldı, sinirlenmişti. Bağırmaya başladım, ağlıyordum. Hayattaki adaletsizliklerin bizleri getirdiği hallere isyan ediyordum. O an hayattan hıncımı almak için abim en güzel fırsattı. Yere düşen abimin üstüne oturup suratını yumruklamaya başladım. Beni üstünden atıp kenara koydu. Sessizdi, belli ki beni sağlam dövecekti. Korktum. Ayağa kalkarken bir tekme daha attım. Tam o esnada bana “Dur lan bir şey yapmayacağım. Tamam, yeter,” dedi. Sonra ayağı kaydı, bir demire takıldı ve damdan aşağı düştü. Nutkum tutulmuşu, donup kaldım oracıkta. Abim kanadı kırık bir kuş gibi süzülmüştü havada. O düşüş sanki hiç bitmedi. O sırada bizim eve doğru gelmekte olan bir adam abime doğru koşmaya başladı. Bu adam benim babamdı. Sevinsem mi üzülsem mi bilememiş, duygularımın labirentinde kaybolmuştum. Görünen o ki babamı çok özlemiştim. Üstelik onun gurbetten gelişi Pelin’in de dönebileceğine bir işaretti. Abim de çok şükür yaşıyordu. Kısa bir bayılmadan sonra ayıldı ama acılar içinde kıvranıyordu ve yüzünde kanlar vardı. Annem dışarı çıkıp abimi öyle görünce çırpınmaya başladı. Olduğum yere çöktüm. Olanları sadece izleyebiliyordum. Bir taksiye atlayıp hastanenin yolunu tuttular. Benimse gözlerimin önünde tek bir görüntü vardı: abimin damdan düşerken bana çaresizce bakışı. Onlar gelene kadar damda şiir okudum. Şiir, benim için duaydı. Şiir, o gün o damda abim iyileşsin diye okunan bir duaydı. Geri döndüklerinde, yanlarında bir de tekerlekli sandalye vardı. Abim artık yürüyemeyecekmiş. Babamın bize bisiklet alması için gurbete gitmesinin de artık hiçbir anlamı kalmamıştı. Abim artık yeni rugan ayakkabılarını dilediği gibi özgürce giydi, hiç kızmadılar.
Keşke gitmeseydin baba,
bisikletin Allah belasını versin!
Ezgi Polat