“Ölecek adamın gözlerine bakamazsınız.
Çünkü Azrail gelmeden önce antik çağlardan bir ulak gönderir.
Ölüm, aynanın kenarına sıkıştırılmış bir vesikalık gibi oturur insanın gözlerine.
Onu görürsünüz, onu hissedersiniz, kokusu burnunuzu parçalar ama asla ne zaman geleceğini bilemezsiniz.
Ansızın inen yaz yağmuru gibidir o.
Mesela bir lunaparkta gondola binerken ya da kiraz satarken bulabilir sizi.”
Tırnaklarım çürük kirazlar yüzünden kıpkırmızı olmuştu ve ellerimi yıkayamadığım için parmaklarım yapış yapıştı. Bir an önce elimdeki kirazları satmak; asla Edgar Allen Poe’dan soru gelmeyeceğini bildiğim edebiyat sınavına çalışmak istiyordum. Bunları düşünmeme rağmen gece yarısına kadar panayırı terk etmeyeceğime de emindim. Çünkü satabileceğim tonlarca kiraz, girebileceğim yüzlerce edebiyat sınavı varken; kasabaya yılda sadece bir kez panayır geliyordu ve panayırdaki bütün kızlar çok güzeldi.
Panayır seyrelmiş, ben de ellerimi yıkayıp bir nebze de olsa rahatlamıştım. Bir kilo kiraz karşılığında aldığım haşlanmış mısırı kemirirken yanıma bir adam geldi. Gereksiz sorularla başladığı konuşmasına, sanki tek maçtan yatan kuponundan bahsedermişçesine dedemin ölüm haberini vererek nokta koydu. Elimde yarısı yenmiş bir mısır koçanı tutarken bakakaldım adamın arkasından. Adam, üç gole bir Marlboro veren panayır kumarhanelerine doğru ilerlerken; ilk defa bir insanın ne denli değersiz olduğunu düşünerek yedim haşlanmış mısırımı.
Bütün kirazları sattığımda tezgahı toplayıp panayırın tenha bir köşesine çekildim. Telefonu çıkartıp son kontörlerimi harcamak pahasına Serap’ı aradım. “Nasılsın?” diye sordum.“ İyiyim. Sen nasılsın?” dedi afallamış bir sesle. Bu fırsatı kaçırmayacaktım. “Bu gece dedem öldü. Moralim çok bozuk.” diye başlattığım konuşmamızın sonunu “Seni seviyorum Serap.” diyerek bağladım. “Deden için gerçekten çok üzüldüm ama seni sevmiyorum.” dedi “Sorun değil. Bende kendimi pek sevmem ama seni seviyorum.” dedim ve bir anda bağlantı kesildi. Ben kız olsam bu sözden etkilenirdim ama Serap etkilenmedi. İkinci, üçüncü ve dördüncü kez aramama rağmen, her seferinde karşıma çıkan telesekreter sayesinde anladım bunu. Sonra yere uzanıp yıldızları izlemeye başladım.
Kiraz ve Serap konusunu halledip dedemin evine gittiğimde garip bir huzur hissettim. Sanki uzun zamandır beklenen bir şey gerçekleşmişti. Üniversitede okuyan abimin bayram tatiline gelişi gibi, evde kalmış teyzemin düğünü gibi bir huzur vardı. Koltukta yatan ceset haricinde her şey normale dönmüş gibiydi. Dedemin üstündeki beyaz örtü bana, Serap’ın eldivenlerini hatırlatınca kendimden utandım. Üzülmeliydim fakat zerre kadar duygulanamadım. Dedemin karnının üzerine koydukları ekmek bıçağının, yarın yemek yaparken kullanılacak olması beni ürpertti. Ama belli etmedim. Kalabalık yapmamak için utanarak evi terk ettim.
Ertesi gün okula gidip edebiyat sınavına girdim. Tahmin ettiğim gibi: Edgar Allen Poe’dan hiç soru yoktu. Yine küfrettim. Tırnaklarımda hala hafif bir kiraz kırmızılığı olduğu için ellerim cebimde çıktım okuldan. Ben sınavdayken kılınmıştı cenaze namazı. Tabut mezarlığın kapısından girerken yetiştim cemaate. Bütün kuzenlerim ordaydı ve gözleri ağlamaktan kıpkırmızı kesilmişti. Gözlerinin altları tırnaklarımın rengine yakındı. Mezarlıkta oluşan manevi hava beni etkilemiyordu. O kadar hazırlamıştım ki kendimi, dedemi gömüyor olmamamız benim için çiçek sulamaktan farksızdı. İmam sureler okurken bir-iki espri bile yaptım. Üzerinde lise üniforması olan bir çocuğun espri yaparken mezarlıklarda pek hoş görülmediğini cemaatin bakışlarından anladım. Herkes üzgün gözüküyordu. Kendimi ağlamaya zorladım ama gözümden bir damla bile yaş gelmedi.
Bir hafta sonra uzak bir akrabamızın düğününe gitmek zorunda bırakılmıştım. Gözlerimle güzel kızları ararken, bir anda kuzenlerim piste fırladı. İnsanlıktan çıkarcasına roman havası eşliğnde çırpınmaya başladılar. Şaşırdım. Hiç beklemezdim. Bir hafta önce kan çanağı gözlerle mezarlıkta dolaşan kuzenlerimin gözlerinde, bugün klarnetler parlıyordu. Ağlamaya başladım. Çünkü; ölene değil, unutulana ağlarım ben. Cesedini saprofitler tüketmeden unutulmuş bir adam için birkaç asır ağlayabilirim hatta. Lisedeyken cumhurbaşkanı olmak isterdim; şimdilerde ise ikinci bir Sırat Köprüsü olmak istiyorum ilk köprüyü geçemeden unutulanlar için.
Dedem barikatta dövüşürken, sahnede Hamlet’i oynarken veya yeni bir ülke keşfederken ölmedi. Hasta yatağında yatarken kapadı gözlerini dünyaya. Dedemin öldüğü gece ay kararmadı, kimse intihar girişiminde bulunmadı, hiç yangın çıkmadı ve borsa bir kuruş dahi oynamadı. Ben ise panayırda kiraz sattım o gece.
Onur TUNCAY
1 Ekim 2013, Gültepe