İKİNCİ BÖLÜM
Anlatının buraya kadar olan kısmı, yani birinci bölüm, içinde fazladan birkaç irili ufaklı tesadüf bulunduran sıradan bir Dezorganize Şizofreni ile açıklanabilir. Belki de en güzeli her şeyi buna bağlayıp, size bulunduğum tımarhaneden çıkmak istediğimi filan belirtip, kesin bir noktayla anlatımı sonlandırmak. Askıda kalan onlarca şey, her yola girip hiçbir hedefe varmayan bir kaç manasız sayfa. Ve Şrak! Yazar abuk sabuk diyaloglara girmiş bir deli. Mutlu ya da mutsuz olmayan bir son. Hatta son bile değil. Son, okuyucuya kalmış: Benim tımarhaneye nasıl düştüğüm, çıkıp çıkamayacağım, evimizin neden havaya uçtuğu… Belki de ben en başında maymunu dinleyip karımı öldürdüm ama acısını kabullenemeyip devamında yazdığım olayları uydurdum, ya da hepsi tamamen gerçekti ve mistikti fakat Nuh Peygamber’e inanan Emniyet Güçleri beni kaçıklıkla, gerçek dışılıkla suçlayıp akıl hastanesine attılar; bunların hepsi okuyucuya kalmış.
Hayır. Bu hikayeyi ortasında kesip, gerçekleşmiş büyük bir olayı beyninizde kendi keyfinizce şekillendirmenize izin vermeyeceğim. Elbet içinizden bazıları, yaşanmışın da üstünde gerçek ve kutsal kitaplardan daha uçuk şeyler kurgulayabilir, onlara tavsiyem, eğer bu hikayeyi gerçekten çok merak etmiyorlarsa, kitabı kapayıp kendi hikayelerini yazmaları. Okumaya devam edenlere; bundan sonra hikayeyi yersiz monologlarımla kesmeyeceğimi, her şeyi olabildiğince bir çırpıda anlatacağımı bildiririm.
Karım ölmedi. Omuru zedelenmiş, bacakları toparlanmayacak şekilde parçalanmış, gözleri, başına aldığı darbeden ötürü kör. Adeta bir hilkat garibesi olarak yaşamını sürdürecekti. Fedakarlık sırası bendeydi. Tanrıya, karıma olan borcumu ödeyebileceğim için teşekkür ettim. Patlayan evimizin iki alt sokağında yeni bir ev aldım, karımın, döndüğünde rahat edebileceğini düşündüğüm şekilde döşettim. Sonraki beş ay boyunca canlı veya cansız hiçbir madde benimle iletişime geçmedi. Ta ki yaşamlarımızın bambaşka bir yola sapacağı o Cuma gününe dek.
Karım tekrar konuşabilir hale gelmiş, ellerini, televizyon kumandasını kontrol edebilecek kadar kullanabilmeye başlamıştı. Doktorlar işlerinin bittiğini, karımın hayatını kendi evinde, Tanrı’nın yardımı ve bilhassa benim yardımımla sürdürmesi gerektiğini söylediler. Hastaneye ihtişamlı bir çelenk ısmarlayıp otuz kutu çikolata hediye ettim.
Ertesi sabah refakatçi yatağı tarafından uyandırıldım ve karımın hemşireyle konuşmasını engellemem için sert bir dille uyarıldım. Aylar sonra tekrar nükseden bu boktan hastalık (aradan geçen sessiz sedasız 5 ay, duruma tekrar hastalık olarak bakmama neden olmuştu.) her ne kadar moralimi bozsa da, durumu karıma çaktırmadan odadan ayrılıp erkenden çıkış işlemlerine başladım. Karım hasta nakil aracına yüklendi ve evimize doğru yola çıktık. Yolculuk sakin geçti. Kahvaltı niyetine iki paket biftekli cips yedim. Eve vardık, iki erkek hemşire karımı dikkatlice yeni yatağımıza yatırdı. Bu sırada karım, hemşirelerden birinin bileğini kavradı.
-Kaybın için çok üzgünüm.
Hemşire hiçbir şeye anlam veremeden yüzümüze baktı. Diğeri kulağıma önemli bir şey olmadığını, yolculuğun onu yorduğunu, birazdan düzeleceğini söyleyip imzalamam için birkaç evrak uzattı. Evrakları hallettikten sonra onları mutfağa davet edip ellerine birer bardak buzlu kola tutuşturdum.
Bu sırada karımın başsağlığı dilediği hemşirenin telefonu çaldı. Arayan karısıydı, altı aylık kızlarının koltuktan kafa üstü düşüp öldüğünü haber veriyordu. Çocuğun ölüm nedenini telefonda söylemedi tabii, daha sonra karımdan öğrendim.
Delilik olduğunu düşündüğüm durumum, içinde tesadüf olamayacak olaylar barındırmaya başlamıştı. Bir şeyler beni uyarıp duruyordu, bense inatla dikkate almıyordum. Ama beni suçlamayınız, ben kendimi suçlamıyorum. Televizyonda gördüğüm makyajlı bir maymun karımı öldürmemi tavsiye etmişti, bakkalın kol saati aldatıldığımı fısıldamıştı ve üstünde bir daha asla yatmayacağım refakatçi yatağı karımın hemşireyle konuşmasını engellememi istemişti. Hiçbirine inanmak için yeterli kanıtım yoktu. “Karşınızdakinin Yalan Söylediğini Nasıl Anlarsınız” başlıklı birçok dergi yazısı okumuştum fakat öğrendiklerimi bir diş fırçasında test edemezdim.
– Bunu nasıl bildin?
– Gördüm aşkım.
– Anlamıyorum.
– Etrafımızdaki insanlarla ve onların hayatlarıyla ilgili geleceğe ait anlar görebiliyorum.
– Bütün geleceklerini mi? Ya bizimki?
– Hayır. Yani lotoyu tutturup tutturamayacaklarını ya da bu gece kiminle yatacaklarını göremiyorum. Daha önemli şeyleri, ruhlarının, yani bizim deyişimizle bilinçlerinin enerjilerindeki önemli değişiklikleri görebiliyorum.
– Yani ölümlerini.
– Ve doğumlarını. Bazen de yaşayacakları ve ruhlarını etkileyecek büyük acıları.
– Anladım. Peki ya sevinçleri? Ruhların etkilendiği güzel şeyleri de görebilmen lazım?
– Sanırım ruhlar sevinçlerden etkilenmiyor. Hayata yüz puanla başladığını düşün, büyük acılar puan kaybettiriyor, ama sevinçlerle o puanları geri alamıyorsun.
– Ölümle de puanlar sıfırlanıyor?
– Aynen öyle.
– Reenkarnasyona inanan Tasavvufçular ayvayı yedi desene.
– Bu konuda bir şey bilmiyorum.
– Cehennem yok. Sadece cennet var. Kişi belirli bir çitaya yükselene kadar durmadan, arka arkaya dünyaya geliyor. Maddiyattan tamamen kopup her şeyiyle kendini maneviyata adayıp, Fuzuli kafasına ulaştı mı, ölünce direkt cennete gidiyor. Ulaşamadıysa da sorun yok, bir sonraki hayata, bir önceki hayatta kaldığı seviyeden devam ediyor. Ama puan Sistemi yaşanılan hayata özelse…
– Ayvayı yediler.
İki gün sonra tıraş bıçağı, sistemin aksamadan çalışabilmesi için ikimizin de hayatına son verileceğini söyledi. Sakalımın yarısını suratımda bırakıp yatak odasına koştum. Karımı uyandırıp durumdan bahsettim. Artık böyle şeyleri ciddiye almanın vakti gelmişti. Evren, gücüm olduğunu biliyor olmalı, çok mantıklı, dedi karım.
– Evren, böyle güçleri olan bir yaşayan olmasından korkuyor çünkü eğer istersem var olan geleceği değiştirebilir, olacak olanları engelleyebilirim.
– Tabii ya! O yüzden maymun seni öldürmemi istedi. Ben kötü ayak masajı yaptığı için karısını öldüren manyak katil olarak gazetelere çıkacaktım, evrense kendi kurallarında oynamaya devam edecekti.
– Maymun beni öldürmeni mi istedi? Hangi maymun.
– Boş ver aşkım, uzun hikaye? Ne yapıyoruz?
– Hayatta kalıyoruz.
– Vay be. Böyle büyük ve saçma bir hata, belki de Tanrı gerçekten vardır.
– Otuz beş yıl kusursuzuna inanmadın. Şimdi kusurlusuna mı inanıyorsun?
– Böylesi daha mantıklı. En azından “Kendi suretimden yarattım.” iddiasını açıklıyor.
– Yine de evrenin hata yapması çok saçma.
– Yaptığı hatanın acısını bizden çıkaramayacak!
– Masajım gerçekten o kadar kötü mü?
Evet, hormonları tavan yapmış on altısında bir ergen gibi konuştuğumun farkındayım. Haydi karım, elde ettiği gücün sarhoşu olsun, bana ne oluyor? Evrene kafa tutup, hayatta kalacağız. Evrene, bizi hiç var olmamış hale getirebilecek evrene kafa tutuyorduk, istediği an bizi yetmişinde bir evsizin bağırsağındaki kurda ya da çalışkan bir fahişenin klitorisine dönüştürebilecek evrene. Acınası yaratılışımız yüzünden bir yanlışlık eseri elimize geçen gücün etkisine kapılmıştık. Ait olduğumuz şeye, parçası olduğumuz bütüne karşı çıkıyorduk.
Sonraki bir hafta içinde; mutfak tüpünün infilak etmesinden, musluğun patlayıp suyun elektrik kontağına temas edecek seviyeye ulaşıp bizi çarpmasından, yatağın üstündeki aynanın biz uyurken kafamıza düşmesinden (tavandaki aynaya karım da takıldı, onu her açıdan görebilmek, kontrol edebilmek için yatağın üç yanına da ayna taktırmıştım, hepsi bu.) karımın öngörüleri sayesinde kurtulduk. Evren bize savaş açmıştı ve biz, canlı olmanın gerekliliğini yerine getiriyor, en baskın içgüdümüzle yaşamaya çalışıyorduk. Kainatın bizimle alakalı suikast girişimlerini önceden bilmemiz, bize tarifsiz bir avantaj sağlıyordu. Atacağı adımı görüp, o üzerimize basmadan kenara çekiliyorduk. Sistemin bizi silmek için bunlardan fazlasını yapması gerekiyordu.
Karım yeteneğini her geçen gün biraz daha geliştiriyordu. Daha iyi odaklanıp daha net şeyler görüyor, daha geniş bilgiler ediniyordu. O, Azınlık Raporu’ndaki Kahin, ben de suçu, suçlu gerçekleştirmeden önleyen kolluk gücü. O, beyin, ben de yaşamak için her emrine şartsız itaat etmek zorunda olan beden. Düşünüldüğünde, Ninja Kaplumbağalar’daki Crank’e benziyorduk.
Ancak bu aksiyon dolu hayat, kısa sürede ruhumuzu kemirmeye, bedenimizi tahrip etmeye başladı. Uyku düzenimiz kalmamıştı. Gece yarısı, sabah ayazı veya öğle ortası, her an karım tarafından uyandırılıp aceleyle bir felaketi önlemeye gidebilirdim. Evren bizi yok etmek için en zayıf anlarımızı kolluyordu. Bu yüzden hiç gevşeyemiyorduk. Kaç kere tuvaletten fırlayıp, kıçımda uçuşan boklarla yatak odasında olağanca sesiyle bana bir şeyler anlatmaya çalışan karımın yanına koştum kim bilir. Sonunda, geleceğimizi rahatlatmak için küçük bir risk almaya karar verdik.
Altı gün sonra, İç ile Kıyı Ege arasında bulunan Duman Köyü’nün yakınlarına taşındık. Yolculukta hiçbir tehlikeyle karşılaşmadık, yalnızca feribota binmediğimiz için biraz yolu uzatmıştık.
Köyün merkezine en uzak ev: Yeni sağlamlaştırılmış, düzlükte, çevresinde sağlam çitler bulunan, içinde pille çalışan bir radyo hariç hiçbir elektronik eşya olmayan, tek katlı, bir oda bir salon. Haftada bir köyün marketinden aldığım konserve ağırlıklı hazır yemeklerle besleniyorduk, yalnızca su içiyorduk. Arabayı evin yüz metre uzağına park ediyor, kontağı her defasında korkulu bir başkaldırıyla çeviriyordum. Aklımın kenarından, kırmızı neon ışıklarla hep: “Ya karım bunu göremediyse, ya şimdi Bom!”, geçiyordu. Fakat hiçbir şey olmadı. Kısacası; öldürülemedik. Üç ayı daha, ufak badireler atlatarak, hayatta geçirdik.
Bu üç ay içinde, ruhsal ve fiziksel baskılar, kafamda engelleyemediğim düşüncelerin büyüyüp yeşermesine neden oldu. İçten içe, her şey için onu suçluyordum. Onu, karımı. Bu öyle kesin yargı değildi, hatta o zamanlar kendime bile itiraf etmemiştim, ancak şimdi o zaman şekillenen düşüncelerimi idrak ediyor, hissettiklerimi ayrımsıyorum.
Bir gün, radyoda Beethoven’nın 5. Senfonisi çalıyordu ve ben yerleri süpürüyordum, karımın sesi trombonların arasından, kalleş bir avcının silahından ateşlenip de avını parçalayan bir dom dom kurşunu gibi kulağıma isabet etti. Süpürgeyi toparladığım pisliğin üzerine fırlatıp yanına koştum.
– Kapat o müziği.
– Rahatsız mı oldun?
– Evet. Başka bir şey aç.
– Beetoven’ı sevmiyor musun?
– Şuan bunu dinlemeni istemiyorum. Değiştirir misin şunu!
– Saçmalıyorsun!
(Hıçkırarak ağlamaya başladı. Kör birinin ağlaması kadar dayanılmaz pek az şey vardır.)
– Çünkü eğer bunu sonuna kadar dinlersen beni öldürmeye karar vereceksin.
Gidip radyoyu kapadım. Öldürmek üzerine düşündüm. Onu öldürmek istiyor muydum? Evet, genel olarak oldukça yorulmuştum, ama o benim karımdı ve birlikte verdiğimiz bu hayat mücadelesi bizi birbirimize daha sıkı bağlıyordu, değil mi? Senfoninin girişini düşündüm. Bir cinayet sahnesi için kusursuz bir fon müziği. Hayır, yanlış söyledim. Bir cinayet, beşinci senfoninin girişi için mükemmel bir arka plan olurdu. Kapının önüne çıkıp kahvaltıda yediğim her şeyi kustum.
Sonraki birkaç gün karım benimle özellikle iyi geçinmeye çalıştı. Bense kafamda durmadan onu öldürebilip öldüremeyeceğimi tartıyordum. Boş zamanlarımda radyo kanallarını tarıyor, beşinci senfoniyi çalan bir istasyon yakalamaya çalışıyordum. Ortaya çıkmasına izin vermediğimiz onu öldürme isteğim hakkında hiçbir şey konuşmadık. İkimiz de bunun zamanla unutulacak bir şey olmadığını biliyorduk, yine de zamanla unutacağımızı varsaydık.
Ertesi hafta hikayemizin kıyameti koptu. Karım yeni bir dejavu yaşadı. Acele etmemi bağırıp durdu. Düşünecek zaman vermedi bana. Abuk sabuk bir tetiklemeden bahsetti. Eğer kız yarım saat daha yaşarsa, zincirleme bir tepkime sonucu öleceğimizi söyledi. Korktum ölmekten. Ödüm bokuma karıştı. Altı yaşındaydı kız. Annesinin akşam yemeğini hazırlamasını bekliyordu. Aramızda üç ev vardı. En fazla bir kilometre. Uzunca bir dalla bahçelerinin toprağına bir şeyler çiziyordu. Tırnaklarını yemişti. Toz toprak içindeydi yine de tertemizdi elleri. Kırmızı beyaz enine çizgili solgun bir bluz giymişti, altında yer yer yırtılmış, lacivert bir capri. Karım, bana düşünecek zaman bırakmadı. Arabadan indim, bahçeye girdim, kumral saçları kuşkuyla ve merakla dalgalanıyordu. Gülümseyerek yaklaştım. Muhtemelen seneye okula başlayacaktı. Belki ismini yazmayı, sınıf arkadaşlarından evvel öğrenecekti. Gülümseyerek yanına gittim. Önünde diz çöktüm. Yaşayacağım pişmanlıktan mı, yaşadığım heyecandan mı bilmiyorum; gözlerim dolmuştu. Bir şeyler söylemek için ağzını açtı. Ah karım! Belki de çocuk mücadelemiz için hiçbir tehlike teşkil etmiyordu, karım, yalnızca yapıp yapamayacağımı merak etmişti. Yalnızca, hayatta kalmak için ne kadar ileri gidebileceğimi test ediyordu. Karım. Bu kadar vicdansız olabilir miydi? Hayatta kalma içgüdüm düşünecek zamanımın olmadığını hatırlatıyordu. Bir şeyler söylemek için ağzını açtı. Sesini duysam yapamazdım. Tombul yanakları vardı. Boynunu tek harekette kırdım. Gıkı çıkmadı. Yerde biraz seğirdi, ağzından ve yere dönük kulağından kan geldi, hepsi bu. İnanabiliyor musunuz? Bu kalemi tutan ellerim yaptı. Kırk yıllık katile aitlermiş gibi, titremeden, şüphe etmeden.
Eve döndüğümde karım heyecanla ne yaptığımı sordu. Cevap olarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Derin bir oh çekip beni telkin etmeye, her şeyin yoluna gireceğini söylemeye başladı. Cevap vermedim. Boş bir bavulu yatağın önüne koydum. İçine eşyalarımı doldurmaya başladım. Israrla; tek önemli şeyin yaşamamız olduğunu söyleyip duruyordu. Kapasitesinin üzerinde dolan bavulun fermuarıyla uğraşırken ağlamaya başladı. Yalvardı, küfretti, boğuluyormuş gibi hıçkırdı. Kullanılmamaktan iyice erimiş kol kasları sertleşip gevşiyordu. İkinci bir bavulla salondaki anıları toparlamaya başlamıştım ki; sustu. Belki de bayıldı, gördüğü geleceğin gerçekleşecek olmasını bilinci kaldıramadı.
Bütün nakit paramızı ceketimin iç cebine koyup bavulları arabaya yükledikten sonra son işi yapmak için eve döndüm. Salondaki kanepeden sert bir kırlent alıp yatak odasına yaklaştım. “Lütfen yapma.” Dedi tonunu kontrol edemediği zangır zangır titreyen bir sesle. Elimin tenine dokunmamasına özen göstererek yastığı kafasına bastırdım. Bağırmaya başladı. Bu sırada pek de uzak olmayan bir yerden silah sesi geldi, ardından bağrışmalar. Yastığı bırakıp cama koştum. Bir grup köylü, arada nereden baksan 150 metre, bağrına bağrına köy tarafından eve doğru yürüyorlardı. Karım onu merhametimden bıraktığımı zannediyor, bana art arda teşekkür ediyordu. Dönüp görmeyen gözlerine baktım. İntikamı benden çok, onlar hak ediyordu. Hızla kapıya yöneldim. “Haydi gidelim. Beni bırakma, evi yakacaklar burada bırakma beni!” kapıyı çarptığımda ses kesildi. Arabaya atlayıp kontağı çalıştırdım. Köylülerle aramızda taş çatlasa yüz metre vardı ve tek engel aramızdaki evdi. Gazı kökledim. Yarım kilometre gidip arabayı durdurdum. Köyün erkekleri eve girmeye bile tenezzül etmediler. Evi içine alan bir çember kurdular ve bütün yapıyı üç defa kurşuna dizdiler. Sonra kadınlar samanlar ve kuru odunlar taşıdı. Bir sigara yakıp bu defa mutluluktan ağladım. Beni anlayacaklarını bilsem, yemin ederim, gidip onlara yardım ederdim. Tekrar arabaya binip gazı kökledim. Dumanlar batıdan yükseliyordu, bense doğuya gidiyordum.
Kaan Beyoğlu