Şehmuz Farketmez, ölüm meleğinin nefesini ensesinde hissetmeden az evvel, İstanbul altılısı için hazırladığı kuponu son kez gözden geçiriyordu. Başka koşulara katiyen oynamazdı. Bursa, Adana, Elazığ, Ankara- hiçbirine kafası basmazdı. Ama İstanbul’da oldukça iyiydi. Atları tanırdı; özellikle sprinter olanları. Öyle derlerdi ganyan müdavimleri. Sprinter at, evet bu onların lügatindeki tanımlardan biriydi. Ve Şehmuz Farketmez, bu nitelikteki tüm atları soyuna sopuna varana dek ezberlemişti. Herkes ona sorardı, bu ayakta sprinter var mı diye, ağzını ararlardı.
O, güneşin semayı şeffaf bir denize bürüdüğü, sıcak mı sıcak bir çarşamba sabahı, oğlu, gelini ve kartopunu andıran iki küçük kız torunu kahvaltıya ziyarete gelmişlerdi onları. Böyle zamanlarda, şahane bir sofra hazırlardı hanımı. Şehmuz Bey de şekermiş tansiyonmuş dinlemez, tıka basa doyururdu karnını. Karısı sesini çıkarmaz, ne de olsa can boğazdan gelir, derdi. Oğlu tatlı bir azara girişirdi babasını. Şakası yok diye sitem ederdi, şakayla karışık. Öyle ya, seksenine merdiven dayamıştı artık. Yine de çapa gibi sağlamdı; gürbüz adımları bastığı yeri inletirdi. Henüz bastona bile ihtiyacı olmamıştı. Yalnız gözlerim, derdi; onlar biraz aksıyor. Maşallahınız var! Bunu gelini söylerdi. Hep onun cephesinde saf tutardı. Şirin bir kızdı. Severdi onu Şehmuz Bey.
İşte bir araya geldiklerinde usanmadan tekrarladıkları, artık rutinleri halini almış bu sohbet eşliğinde yapmışlardı kahvaltıyı. Hanımı sofrayı kaldırırken gelini ona yardım ediyordu. Oğlu içeri geçip televizyonun başına kurulmuştu. Şehmuz Bey ise torunlarla biraz oynadıktan ve ceplerine yirmişer lira harçlık sıkıştırdıktan sonra balkona geçmiş, yarış gazetesine gömülmüştü. Gelini, mutlaka günde bir fincan içmeyi ihmal etmediği şekersiz Türk kahvesiyle yanına geldiğinde pek keyiflenmişti. Teşekkür etmiş, içtenlikle gülümsemişti ona. Ayaklarını korkuluğa uzatmış, derin, huzurlu bir oh çekmiş ve şapırdatarak almıştı ilk yudumu. “Ben sağlığımı buna borçluyum.’’
Her şey olağandı. Başı ağrımıyordu, omzu sızlamamıştı, kalbi sıkışmıyordu. Neşesi yerindeydi; diğer günlere nazaran fevkalade mesut sayılırdı hatta. Gelgelim o soğuk nefes… Tüylerini diken diken eden, üzerine bir anda kasvet bulutlarını çökerten o amansız ve tekinsiz soluk… Hışımla çevirdi başını Şehmuz Farketmez. Arkasında, neredeyse griye çalan, soluk kahverengi tonlarındaki takım elbisesi içinde bir adam duruyordu. Saçları kısa kesilmişti ve simsiyahtı; yeni boyatılmış gibi parlıyordu. Kömür karası gözleri ise dipsiz bir kuyuya benziyordu. Teni kireç beyazıydı, damarları belli oluyordu derisinin altından. Omuzları düşük, elinde hantal bir evrak çantası, somurtarak dikiliyordu arkasında. İnsanı rahatsız eden bir görüntüsü vardı.
“Senin elin orak tutmaz mıydı be?’’
Soluğu ensesini dağladığında anlamıştı kim olduğunu. Daha önce görmemişti onu, ama tanıyordu. Sanki yıllardır görüşmediği bir dostuyla karşılaşmış gibi, samimi, sıcak bir duygu yeşermişti yüreğinde.
“Öyle bir şey yok Şehmuz Bey. O, mizahçıların uydurdukları temelsiz bir latife sadece.’’
“Bak sen, nasıl da tatlı dillisin. Ancak bil diye söylüyorum evladım. Bir şeyim yok benim, turp gibiyim.’’
“Şu ana kadar, diyelim.’’
“Ne oluyormuş ya sonra?’’
“Kalbiniz tekliyor Şehmuz Bey. Kriz geçiriyorsunuz. Bu yüzden geldim.’’
“Yazgıya kafa tutacak değilim ya, geldiğim gibi giderim bu cihandan. Yalnız benim naçizane bir sefam var yavrum. Ondan mahrum etme beni.’’
“Biliyorum, at yarışını kastediyorsunuz. Ne yazık ki buna ayıracak zerre vaktim yok. Üzgünüm.’’
“Alt tarafı altı ayak be evladım. Sen şimdi gitsen de akşam gelsen. Bir yere kaçacağım yok ya!’’
“Şehmuz Bey rica ediyorum. Daha uğrayacağım sayısız hane var. Bu ara işler yoğun. Hem beni de mazur görün, emir kuluyum ben de.’’
“Haklısın benim iki gözüm, haklısın. Bak, sen alacağın diğer canları al da gel. Ben buradayım be yavrum. Değişen bir şey yok sonuçta.’’
Zaten asık olan yüzüne, dudaklarını büken ve gözlerini kısan bir usanç oturdu ölüm meleğinin. Ruhları ikna edebilmek işin en çetrefilli kısmıydı. Kimisi hiç itiraz etmez, vakurca eğer boynunu, peşi sıra süzülürdü. En temiz iş bebeklerdi. Onlar ne olduğunu bile anlamadan, ciyaklayarak kayardı avuçlarının içine. Ne var ki yaşamla parıldayan bakışlarını kendisine inatla dikmiş olan bu ihtiyar gibiler, işte onlarla başa çıkmak güçtü. Hele bir de bu inadım inatların cinsi dişi olanları vardı ki, onlar şeytanı bile suya götürür susuz getirirlerdi. Laftan anlamazdı o acuzeler. Oysa dünya üzerindeki önemsiz bir memurdan farkı yoktu kendisinin. Emir kuluydu o yalnızca; sigortalı ve askeri maaşlı bir emir kulu.
Ceketinin iç cebinden köstekli saatini çıkardı ve baktı ölüm meleği. Vakit daralıyordu. Buraya beş kilometre uzaklıktaki bir otobanda, benzin tankeriyle bir otomobil çarpışmıştı. Tam manasıyla bir katliam yaşanmıştı. Tanker sürücüsü ve arabadaki tek çocuklu aile topyekûn yanarak can vermişlerdi. Altı yaşında bir erkek çocuğuydu, anne babası şehrin dışında kalan lunaparka götürüyorlardı onu.
“Pekala,’’ dedi ölüm meleği. “Size yarışın bitimine kadar müsaade edeceğim. Son koşu tamamlandığında ise hemen arkanızda biteceğim ve tek kelime dahi etmenize izin vermeyeceğim Şehmuz Bey.’’
“Hay Allah senden razı olsun delikanlı. Teşekkür ederim.’’
“Oluyor zaten,’’ dedi ölüm meleği. Durgun yüzünde sabit bir tebessümle süzüldü balkondan.
Şehmuz Farketmez, fincanı kafasına dikti ve hızla salona geçti.
“Siz de gördünüz mü?’’ dedi heyecanla.
Yüzlerinde anlamsız bir ifadeyle, aval aval baktılar ona. “Neyi?’’ dediler hep bir ağızdan, gelini, oğlu ve hanımı. Torunlar tepkisizdiler.
“Neyse, boş verin…’’ –Ortalığı ayağa kaldırmanın gereği yok diye düşündü. “Ben ganyana gidiyorum. Yarış başlayacak yarım saate.’’
“Neyin var baba? Yüzünün rengi atmış.’’ –Oğlu, endişelenmişti babası için.
Omuz silkti Şehmuz Bey. “Amaaan…’’ diye geçiştirdi. “Bir şey lazım olursa telefon edin.’’
Kasketini başına geçirdi ve palas pandıras çıktı evden.
Oturdukları apartmanın yüz metre karşısındaydı ganyan bayii. Tüm ahali içerideydi. Başlarını, deve kuşu misali gazetelere gömmüşler, hummalı bir çalışmaya girişmişlerdi. Mekan sahibi onu fark edince hürmetkar bir selamla karşıladı:
“Ooo… Şehmuz Dayı, hoş geldin.’’
“Hoş bulduk. Okut bakalım şu kuponu.’’ –Vezneden içeri kaydırdı kağıdı, üzerine de otuz lira bıraktı.
“Kalın kupon yapmışsın yine dayı. Kim gelir ilk ayak?’’
“Gülbari Erol. Diğerlerinin çok üstünde bu at.’’
“Hadi bakalım, hayırlısı. Bol şans.’’
Kuponu alıp iskemlelerden birine çöktü, bir de çay sipariş etti. Sigara dumanından bir bulut kaplamıştı her yeri, havada asılı kalmıştı. Şehmuz Bey de hanımından gizlediği, günden üç daldan fazla içememeye özen gösterdiği uzun Parliament paketini çıkardı cebinden. İştahla dudaklarının arasına yerleştirdi sigarayı, ateşledi, iştahla körükledi ciğerlerine.
Yarış başladı başlayacak derken, mali müşavir emeklisi Selami Bey sokuldu yamacına.
“Ne yaptın be Şehmuz Baba?’’ diye sordu kof sesiyle. “Var mı tekin?’’
Şehmuz Farketmez, umursamazca cevapladı: “Son ayak Perefesyonel. Hiç geçilmez.’’ –Bakışları televizyondaydı.
Atlar start aldığında çayını yarılamıştı. İlk ayağı sorunsuz atlattı. Gülbari Erol, diğer taylarla arayı açmış, deyim yerindeyse köy kurarak kazanmıştı yarışı. Favori gösteriliyordu ne de olsa. İkinci ayak biraz karışıktı. Kuponuna kapalı yazmıştı burayı. Eşek gelmesini bekleyecekti. Bu da at kumarbazlarının tabirlerinden biriydi; eşek. Yarışı kazanmasına en ihtimal verilmeyen at için kullanırlardı bu sözü.
İkinci ayak hakikaten eşek geldi. On sekiz ganyanla girmişti foto- finish’e. Millet, küfür kıyamet inletiyordu dükkanı. “Yıktım tüm kuponları’’ diye zaferle gerindi Şehmuz Bey.
Üçüncü ve dördüncü ayaklarda, sprinter atları analiz edebilme konusundaki kabiliyeti tasdiklenmişti bir kez daha. Kara Üzüm, son elli metrede tozu dumanı birbirine katarak rakiplerinden sıyrılmış, 5.50 ganyanla gelmişti. Dördüncü ayakta ise kavuniçi formalı jokey, Dal Yaprak’ı son düzlüğe kadar dizginlemiş, sonunda iplerini gevşettiğinde at, yayından kurtulan ok gibi varlığından geriye salt bir esinti bırakarak tamamlamıştı yarışı. Ganyanı; 4.80’di.
“Rüzgar gibi geçip gitti be!’’
Ahali, küçük çaplı bir alkış kopardı onun için. Şüphe yoktu, altılı bugün sağlam para yapacaktı. Başkası olsa anında yapışırlardı kene gibi. Böyle durumlarda, yenilen pehlivan güreşe doymaz hesabı, kupon parasının yarısını verip ortak olmak isterlerdi. Ama Şehmuz Farketmez, mesafesini korurdu bu hezimete uğramış çakal kurularıyla. Tavrından taviz vermezdi. Onlar sırf baldırı çıplaklardan müteşekkil bir güruhtu onun gözünde. Hepsi dünkü çocuktu.
Sırtını duvara yaslamış, bıkkın bir ifadeyle televizyon ekranına bakan Ahmet’e ilişti gözleri. Ansızın bir düşünce kıpırdandı zihninde. Ölçtü, biçti, aklında kurduğu hayali tartıya koydu fikrini. Tartı. Mantıklı gelmişti. Sakıncalı bir tarafı yoktu. Seslendi Ahmet’e, yanına çağırdı.
Ahmet, alt komşunun oğluydu. Yirmi yedi yaşında, bankalara ekspertiz raporu yazan, henüz çiçeği burnunda bir altılı bağımlısıydı.
“Yattı mı kuponun be?’’
“Sorma Amca.’’
“Takma kafana. Bak, elimdeki kupon tuttu sayılır. Son ayakta Perefesyonel gelirse iş tamamdır.’’
“İnşallah…’’
“Şimdi kulaklarını aç da beni dinle. Senden bir ricam olacak. Yalnız sorguya suale girişme, başım ağrımasın.’’
“Tabii Amcacım, buyur.’’
“Bu kupon sende dursun. Eğer tutarsa en aşağı on iki bin lira verir altılı. Bin lirası senin. Geri kalanını yengene götüreceksin.’’
“İyi de siz neden…’’
“Yahu sorma dedim ya oğlum. Bildiğimiz bir şey var demek ki.’’
“Tamam Amca tamam. Götürürüm, ne olacak. Hemen şurası.’’
“He şöyle. Bin lirası da senin payın, unutma.’’
“Gerek yok Şehmuz Amca, olur mu öyle?’’
“Bal gibi olur. Helal ettim gitti, sen sesini çıkarma.’’
Beşinci ayak da ilkinin benzeriydi; favori gelmişti. Küçük Matra, kaçak attı. Start verilir verilmez kafayı alıp koşuyu başladığı gibi bitiren atlara böyle denirdi. Çıkardı, bir sigara daha yaktı Şehmuz Bey. Yan yana oturuyorlardı masada. Birer çay söyledi Ahmet’le kendisine. Gözbebekleri, yerinde duramayan iki haylaz veletten farksızdı genç adamın. Oturduğu yerde kıpır kıpırdı; dizi titriyordu heyecandan.
“Siz anlıyorsunuz bu işten, Şehmuz Amca.’’
“Ziyadesiyle yavrum. Sen dua et de son ayak tutsun tekimiz.’’
“Valla artık ne yapıp edip getireceğiz onu. Koşu başlasın, bakın görün nasıl bağırıyorum ben o ata.’’
Çaylar geldiğinde son sigarasını da Ahmet’e uzattı.
“Kaderde ne yazıyorsa o olur, değil mi Ahmet? Her şey olacağına varır.’’
“Haklısınız. Kısmetimizde yoksa sabaha kadar oynasak da tutmaz.’’
“Yok, onu demiyorum. Misal iki dakika sonra başına ne geleceğini bilemezsin.’’
“Nasıl yani Şehmuz Amca, anlamadım?’’
Sabah evine gelen davetsiz misafirden bahsetmek istemişti Şehmuz Bey; fakat vazgeçti birden. Muhtemelen ahir vakitlerini, kör bakışları karatahtayı andıran ve kafası atlarla dolu olan bu delikanlıya laf anlatmakla geçirecekti. Beyhude yorulacaktı dili, faydasızdı. Çark etti apansız:
“Yani, koşu başladıktan iki dakika sonra paraları sayıyor olabilirsin. Ama olduğun yerde saymaya da devam edebilirsin.’’
“Öyle elbette. Allah bilir, ne olacağını.’’
“Ne güzel söyledin be evlat. Allah bilir tabii, bir tek o bilir.’’
Son atlar da starting-box’da yerini almıştı. Zil çaldı ve aynı anda beyaz bayrak indirildi. İki bin metre kum pistte kıran kırana bir mücadele başladı. Perefesyonel ilk metrelerde rahat gözüküyordu. Gözlerini yarıştan ayırmadan, Ahmet’e doğru eğdi başını Şehmuz Bey.
“Parayı yengene götüreceksin, unutma.’’
“Siz hiç merak etmeyin.’’
İlk bin metre tamamlandığında Perefesyonel birinciliği almıştı. En yakın rakipleri Alamant Cönger ve Sadrazamın Sol Yanağı, jokeylerinin acımasız kamçı darbeleri altında var güçleriyle ona yetişmeye çalışıyorlardı.
“Bin lirası senin. Gerisini bize götür.’’
“Tamamdır.’’
“Yengene şöyle söyle. Ona de ki…’’
“Ne diyeyim Şehmuz Amca?’’
Sustu. Son dört yüz metreye girildiğinde ki bu son düzlük anlamına geliyordu; Alamant Cönger, Sadrazamın Sol Yanağı’nı adeta tokatlamış, Perefesyonel’in arkasında bitmişti. Birbirlerine belli etmek istemeseler de Ahmet’in yüzü hayli asılmış, Şehmuz Bey’in de bir parça çatılmıştı kaşları.
“De ki ona…’’
Tekrar duraksadı. Spiker, hazzın doruğunda bir meftun gibi coşuyordu mikrofonun başında:
Son elliye girilirken yedi numaralı Perefesyonel az farkla önde. Üç numaralı Alamant Cönger hemen arkasında, farkı gittikçe azaltıyor. Perefesyonel kaçıyor ama Alamant Cönger arayı kapatıyor. Perefesyonel son bir atakla öne geçiyor, derken Alamant Cönger bir kez daha yakalıyor ve şimdi baş başa gidiyorlar!
Perefesyonel kaçıyor, Alamant Cönger yakalıyor!
Perefesyonel kaçıyor, Alamant Cönger yakalıyor…
Perefesyonel kaçıyor, Alamant Cönger…
Ve…
Son anda…
Evet, iki at fotoyu birlikte geçiyorlar!
Kimin kazandığına ise barış hakemleri karar verecek…
“Şehmuz Bey…’’
Zaman yumuşadı. Algısındaki zamanın tüm renkleri soldu. Bir atın, beyaz bayrak-ayna* yapması gibi, geçip gitti zaman.
Bir fiske gibi. Bir görünüp bir kaybolan gölgeler gibi.
Sesler, algı dağarcığındaki tüm o sesler, kulak kepçesine toslayıp yığıldı yere.
Pak kumaştan bir bahar yeli esti saç diplerine, ensesinden kaydı aşağı, omuzlarına serildi.
Benimsedi yerini.
Uykuya yenik düşmek için koyunları sayan bir çocuk gibi…
Saydı içinden Şehmuz Bey.
Üç… İki…
*Beyaz bayrak-ayna: Bir atın start verildiğinde kafayı alıp yarışı başladığı gibi birinci sırada bitirmesine denir.