Yeşil Limon – Tolga Aydın


Bu metin Evrensekiz dergisinin gonzo gazetecisi Abrek’in ‘Zamane Peygamberleri’ adlı makalesinden derlenmiştir.

Enes Töylük denen çocuk kendini peygamber ilan etmedi. Gerçi hangisi etti ki? Çocuk Moğol bozkırına düşen uydular misali gökten alevden kanatlarıyla toprağa düşmemişti. Annesi Batum’da meşhur bir hayat kadınıydı. Bilinenin aksine isimsiz bir babadan ziyade hayli namlı bir imamın kabul edilmemiş piçiydi. Ya da imam öyle söylüyordu. Çelimsiz, yağlı kafalı ufak tefek bir çocuktu. O sıralar ben Timbuktu’daki olayları yazması gereken blog ünlüsünün saha işlerini yürütüyordum. Ortalık yabancılar için buğulama kıvamında ısınmadan önce köylüler ve hükümet yanlıları gece birbirlerinin derilerini yüzüyordu. Sokakta üzeri işaretli hayvan leşlerinin yerine içi boşaltılmış insanlar geçmeye başlayınca cavlağı güney sahillerine kadar indirdim. Hazır gönüllü sürgünüm giderek gönülsüz bir tatile dönüşürken, yakın ülke tarihi hakkında bilinmeyen bir şeyler yazmaya karar vermiştim. Kar Kemikli Koyu denen yerde muz likörü ve kuyruğuna kadar yağlı, küp soğanla marine edilmiş akrep çiğnemekle meşguldüm. Yazı işi, karides aromalı notlar ve sigaralı şafaklarla taçlı, hevessiz bir yük oluvermişti. Sohbetsizlerin müdavimi olduğu barda içerken memlekette Kürt solundan sürgün yemiş bir adamla ülke meselelerini konuşmaya başladık. Dağdakileri, ova sempatizanlarından daha çok severim. İki yıl Petek Yayla’da hayli aktif bir karakolda kol komutanı olarak görev yaptım. Yaşlı dayıya ikimizin kovalanmak için fazla uzakta olduğumuz bu yerde memleketle ilgili yazmanın bir anlamı olmadığını açıkladım. Buranın havası kendi kanıyla nemliyken gurbetten küfürler etmek bana hıyarca geliyordu. Kürt bana “Kafatasçı,” dedi, ben de ona “Orospu”. Akşama kadar meskal içtik hesabı bırakıp otele gittim.

Suda yürüyüp, şeytanlarıyla konuşan adamların zamanıydı; kimse artık gördüğü bir şeyin hakikatiyle ilgilenmiyordu. Sizi kaşıyıp, gıdıkladığı nokta önemliydi. Enes Töylük. Çocuk peygamber. İlk video dünyayı yerinden sarsmadı ama beni etkiledi.

Çarmıh öncesi…

Katıldığı programa isteksiz ve bir ton zorlamayla geldiği belliydi. Bulimik sunucu Umre vakti Müslüman kadınlara vazifelerinden ve Hac modasını anlatırken son yirmi dakikaya Enes’i sıkıştırmışlardı.  Kimi onu adrenerjik kesen haplarla mumyaya çevrildiğini iddia edebilirdi fakat bence o yalnızca kendini kontrol altında tutmaya çalışırken içtenliğini engelleyemeyen donuk palenin tekiydi. Sakin kalmaya çalışırken rol yapan kalın kabuklu yumurtalar gördüm, kimi sol taşağına enjektör ile hava verilmeden Cemal Süreya olma derdindedir. Kiminin sakinliği ise iyi bir oyundur takdire şayan bir taklit olmama, mübarek bir hali-hakikat. Enes’in bakışlarındaki kısa heyecan ve cümlelerinin donukluğu o kadar plansızdı ki biri onu çalıştırmaya hiç fırsat bulamamıştı ve çocuk mutluydu. Dünyayı anlatırken kimyasal bir masumiyetten fersahlarca uzakta, pandalarla ilgili espri yapıp gülebiliyordu. Çocuğun fiziksel yetersizliği bile lanetlenmiş güzelliğin aksini değil; dolu bir yaşanmışlığın derdiydi.

Çocuk dünyayı kurtarmaktan bahsetmiyordu. Başlarda yılanlar, bahçelerden elma çalıp avret mahalline asma asan tipler ve günahsız doğan ceninlere takmıştı. TV yapımcıları karşılarındaki herifin hayli ciddi olduğunu anladığında çıtayı maskaralığa geri çekmek için sahneye o bebeği çıkardılar. Sabi metamfetaminden damar yolları çatlayıp ölmüş anasından iki ay erken doğmuştu. Hastane personeli cebinden altı aylık kuvöz parasını karşılamıştı. Acıklı piyano sonatı. Esmer hemşirenin kollarında bebek stüdyoya getirildi. Burnunun delikleri kapalı, elleri yamuk yumuk, gözlerinin yerleri yanlış ve içleri donuktu. Sabinin bayat mısır püskülü gibi seyrek saçaklanmış bıngıldağı kalsiyum eksikliğinden hala yumuşacıktı. Töylük eğilip tam oradan öptü. Dönüp tutuk yüzüyle seyircilere baktı. Yeteneksiz yarışmalarındaki yeteneksizin utancıyla mest olan seyircinin ekşi kokusunu televizyondan alabiliyordum. Handa yanımda oturan benim Kürt üzgündü: “Çocuğu resmen yerin dibine soktular,” dedi. Ben de; “Hangisini?” dedim.

Töylük gözlerini stüdyoda ışıktan kesebildiği kalabalığa şöyle bir bakıp kameraya döndü. Işıklar söndü ve bebek ağlamaya başladı.

İzleyenler hatırlar: Program Enes Peygamber için sonun başlangıcı oldu. Müptezel bebesi ertesi sabah iyileşmiş olarak bulundu. İnsanlar şaşırdı, inandı ya da inanmadı. Mucizeler zamanıydı. Mucizeler tohum vermeye başlamıştı. Enes, aileyi reddedin, dedi ve MTV buna renkli sürreal anlatıyla resmen taptı. İlk sosyal faaliyeti bazıları için ilginçtir; kadın sünnetini ortadan kaldırmak için geniş bir hareket oldu. Yeterince dikkat çekti. Kız çocuklarını rahat bırakın, dedi ve korunacak tek namusun toprağın ırzı olduğunu söyleyerek endüstriyel tarımı lanetledi. Herkes her yerde iyi tohumlar eksin, dedi. Toprağı kendiniz ekin, komşunuz için ekin, karınızın kalbine sevgi ekmeden rahmine tohum ekmek günahtır, dedi. Soylu düşünceler için iyi zamanlardı. Ancak bunları söylediğinde günahların zamanı çoktan geçmişti.

Bilgelik zamanıydı. Herkes istediği kadarını tüketti nefret ettiği kadarına sövdü. Enes Töylük menkul kıymetler ve internet pornosunun çobanı olarak yükseldi. Kafirler onu dişleriyle ezmeye çalıştılar, kalemleri ve şakalarıyla. O hiçbirine kafir diye seslenmedi.

         Sermaye zamanıydı. Bütün bunlar olduğu sırada insanlığın doğduğu kıtadan kaçmak için elime fırsat geçti. Benim patronun seks tarikatı ayyuka çıkınca blog işi patlamıştı. Ajans bana üç ay beklersem, Farsça bilen biri için Suriye’de üç aya iyi ekmek çıkacağını söyledi. İşi reddettim. Dünyanın bütün irinli çıkıntılarından bıkmıştım. Edirne’ye gidip Selimiye’yi aşağıdan gören ahşap bir ev kiralayıp aylarca camdan gelen gideni izledim. Bizimkinin minik mucizeleri çoktan sosyal paylaşım duvarlarını kırıp yüreklere sızmıştı. Peygamber gönülden önce gözleri kazanır. O meşum telefon geldiğinde alkole geri dönmek üzereydim. Titreyen elim ahizeyi zor yerine koydu. Haberler ilginçti. Zamanın son kahramanını görecektim.

         Tel Aviv’in batısındaki sahil yolu barikatları Enes’in şerefine Fransız bir sokak sanatçısı, pandalarla doldurmuştu. Dört araçlık cip konvoyu Kudüs’te şimdiye kadar kurulmuş en büyük 360 derece dönebilen sahneye doğru ilerliyordu. IDF güvenlik önlemleri almıştı. Bizimki hariç bütün araçlarda omuz kameraları yolculuğu çekiyordu. Binlerce kardeşlik ve insan hakları örgütü amblemleri arasında Unesco göze bile batmıyordu. Canlı yayın araçlarının ve birleşmiş milletler temsilci localarının çevrelediği devasa sahnenin ortasında on bir İsrailli ve Filistinli çocuk ellerinde taze limon dallarıyla Enes Töylük’ü bekliyordu. Ülke önderlerinin yanaklarında tuzdan yollar yapacak kadar büyük bir medya olayının kahramanı olacaktı.        

Yanına oturduğumdan beri hiç konuşmadı.

Doğrusu ben konuşamadım. Ses kalabalığından ibaret bir sohbet için ağzının içine düşmek istemedim. Gazeteci yavşaklığı pişmanlığım var mı? Yok. O camdan bakarken, gri üç düğmeli takımım, Mora battaniyeleri gibi terden üzerime yapışmıştı. Ben de filmli camdan dışarı karanlık yüklü bulutlara masumca dalmaya çalıştım. Mor nasırlı noktacıklarla dolu elleriyle kilitli camı açmaya çabaladı. “Camı biraz açabilir miyim?” 95’ten beri biriyle manasız bir sessizliği paylaşmadım. Öylece baktım. Süt annem kesin bir yerlerde kahkaha atmıştır. Boğazım düğümlendi. Öndeki korumaya, çocuk kilidini açmasını söyledim. Camı biraz açıp rüzgar gözlerini yaladı; alnına esecek kadar camı tekrar kaldırdı. Gümbürtüden önce arkamdaki parıltıya gördüm. Kafamı çevirmeden öndeki cipi rpg-7 ikiye böldü. Altımızdaki araç kasislerin üzerinde seker gibi gitti ve kevlarlı lastiklerden biri içe gömülüp arabayı savurdu. Kapıyı açıp onu dışarı çıkardılar. Kafasına bir çuval geçirdiler. Siyahlara bürünmüş adamlardan biri korumanın kafasına Glock’la dört el ateş etti. Kalabalık değillerdi ama hasadı yapılmış kızıl darıların içine yayılmışlardı. İki kameraman hiç de şaşırmış durmadan, çekim yapıyordu. Kalın kalastan haç mahsulsüz darı çöplerinin içinde alay edermiş gibi göğe yükseliyordu. Alnımdaki kan sağ gözüme dolup kapattı. Bana biri İngilizce ‘gazeteci’ dedi. İzle. Yaz.

Enes’i cıvataları sökülmüş hacın üzerine çaktılar. Kısacık sürede hacı yerine kaldırdılar. Yüzüne bakmadım. Arkamı dönüp tarlalara doğru yürüdüm kimse beni tutmadı. Sidiğim bacaklarımda kaşınana kadar yürümeye devam ettim. Benzinliğin yanındaki bara girdim. Pompacılar ve yaşlı bir kadın canlı yayını izliyordu. Şov yarım saattir devam ediyordu. Barın içine uzanıp bir şişe çekip bardak arandım. Biri omuzumdan tutup heyecanla televizyona çevirdiğinde baktım. Elinde kalın demirden bir sopayla haça yaklaşan kızıl kostümlü herifi gördüm. Sopayı bacaklarına vurmak için savururken kafamı çevirdim. Pompacılardan biri İbranice inledi. Bardak aranmak için tezgahı karıştırdım. Bardaklığa uzanmaya çalışırken kırık buzların yanında onu gördüm. Ahşap tabağın içine yanlamış kesik sarı yeşil limonu. Üzerinde yaprağı duruyordu. Yaprağı kopardım. Limonu dudaklarımla sıkıştırdım. Televizyonun çataklı sesinden ikinci darbenin çatırtısı geldi. Bar sahibesi saçlarını ısırmış hıçkırıyordu. Acıların zamanıydı. O limonu ısırdım. 




Tolga Aydın




Fotoğraf Jez Timms – Unsplash

  • 0
    alk_
    Alkış
  • 0
    be_enmedim
    Beğenmedim
  • 0
    sevdim
    Sevdim
  • 0
    _z_c_
    Üzücü
  • 0
    _a_rd_m
    Şaşırdım
  • 0
    k_zd_m
    Kızdım

“Merdiven Altı Yazar”

Yazarın Profili
Paylaş
İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir