Kendi içindeki hesaplaşmasına giriş yaparken, bir yandan da uzun zamandır oynadığı tiyatro oyununun üzerine titremekle meşguldü. Yıllarca etrafındaki diğer insanların, “mutlu bir birliktelik” dedikleri evlilik denkleminin içine uyuşmuşçasına çekilişlerini izledi. Uzun bir süre bu mutluluk karmaşasının ortasında dolanırken birden kendisini tüm yakın arkadaşlarının evlilik haberini almış orta yaşı geçkin yalnız bir adama dönüşürken bulmuştu. Sonunda anne ve babasının, “Artık evlenmelisin!” baskılarına daha fazla dayanamayıp kendine ait bekâr evine taşındı.
Devam eden hayatının paralelinde, uzun zamandır oynadığı tiyatro oyununu sahneliyordu. Kendi yazıp oynadığı “Hayatın Öz Eleştirisi” adlı oyunu gün geçtikçe daha çok izlenmeye başlanmıştı. Devlet tiyatrosunda devam ettirdiği bu hayatı, sahne ile bekâr evi arasında sıklaşmaya başlamıştı. Uzun zamandır annesinin telefonları azalmış, kendisini günden güne sonsuza dek evlenmeyeceği fikrine alıştırıyordu. Hayatını bir başkasının kararlarına bağlı kalarak yaşamak istemiyordu. Etrafında gördüğü mide bulandırıcı ilişkiler, tarafların çıkarları doğrultusunda şekil alıyor ve sonunda bu maske oyununa daha fazla katlanamayıp birbirlerine doğrulttukları aşk denilen silahlarıyla birlikteliklerini sonlandırıyorlardı. Tüm bu saçma sapan insan hallerine katlanabilmesi için, hayat onu, aklını kemiren şüphe ve sıkıntılarla yalnız kalmış bir bireye dönüştürmüştü. Onu dışarıdan gören insanlar, diğer tüm insanların uyguladıkları gibi onun dış görüntüsünü daha önceden edinilmiş önyargı süzgecinden geçirdikten sonra onun normal bir insan olduğu sonucuna ulaşıyorlardı ancak aslında pek de normal olmayan empati yeteneği sayesinde neredeyse onu sıradan bir insan olarak düşünenlerin kafalarının içerisinde yaşıyordu.
Vaktinin çoğunu sahnelediği tiyatro oyununu geliştirmekle geçiriyordu. Oyun, eklediği güncel haberlerle beraber değişime uğruyordu. Birkaç oyun öncesinde, oyunu bir kere izlemiş olan seyirci, daha sonraları bir daha oyunu izlemeye geldiğinde, oyunun içinde sonradan eklenmiş ve farklılaşmaya başlamış sahneleri ayrımsıyordu.
Üzerinden geçtiği oyunu yeniden sahnelemek üzere hazırdı. Oyun tek perde ve sahnedeki ışıklar, masanın üzerinde dağınık bir şekilde duran sayfaların içinde yazanların seyirciler üzerindeki etkilerine göre yanıp sönüyordu.
Adam sahneye çıkıyor ve adımlarını takip eden ışıkla yürüdüğü sahne boyunca aydınlanıyordu. Sahnenin arkasındaki televizyonda Moby’nin Everloving müzik videosu akıyordu. Videonun akmasıyla, müzik sakin bir şekilde sahnenin içinde dolanmaya başlıyordu. Masaya oturdu ve kâğıtlarda yazanlara dikkatlice baktı. Sağ eliyle kâğıtları rastgele karıştırdıktan sonra bir tanesini sol eliyle havaya kaldırdı ve okumaya başladı:
okurken başını öne eğenlere
küfreden biri
bir başka zamanın kayıp şehirleri
daha on yedisinde doğuran
daha on yedisinde doğurmayı anlatanlar
görünmez bir cinsiyetin gökyüzüne dağıldığı
zamanın kendisinin parayla satın alındığı
hep bunlar yüzünden dünyanın çarkı eğik
ve delik deşik bazılarımızın dili
cebi delik olanların dikildiği
insana yakın bir nesil gibi
yaşayıp ölüp gidenler
yaşamayıp öldürüp gelenler
onlar da herkese göre iyi
diğer başka herkeslere kötü
AYNI ANDA OLUR BUNLAR
kırık bir aynanın daha da kırılması
alışverişini tamamlayan kötü bir kafanın
kötü elleriyle kırdığı kolların
henüz on ikisinde para için
henüz on ikisinde bir çocuğun kolunu kıranların
tek tek
alt
üst
olamadıkları bu dünyanın çarkı biraz daha eğik
karış karış adımlanan akılların
sahibinin sesi ile savaştığı
paranın güce domalarak
fakirleri sahipsiz bıraktığı
sevişip gidenleri
aldatılmadan gelenleri
onlar da herkese göre iyi
diğer herkeslere kötü
Sahneye son derece endişeli bir bakış saldıktan sonra tekrar ayağa kalkıp sahnenin önüne doğru geldi, ellerini sanki birinin kulaklarına fısıldıyormuşçasına dudaklarına götürdükten sonra konuşmaya başladı.
“Merhaba insan! Ben Dünya… Senin en çok kendine yalan söylemenden ötürü buradayım. Seni, tüm kötülüklerinle sırtımda taşımaktan çok yoruldum. Artık yalanlarından bıktım! İçinin -eğer biraz kaldıysa- derinlerden işittiğim insanlığınla artık tanışma vakti!”
Ellerini yeniden ceplerine koydu ve sahnenin sol arka bölümündeki kapıya yaklaştı, bulunduğu oda bir evin salonuydu. Sahnedeki dekor oyunun gidişatına göre altındaki hareket eden platform aracılığı ile kendi etrafında dönüyordu. Adam kapının kolunu indirip yüzünü sahneye döndüğü sırada, sahne de sola doğru dönmeye başladı. Adam kafasını kapının eşiğinden seyircilerin bulunduğu alana doğru geri döndürdü, mimikleri sanki şakalarından emin bir palyaço gibi düzene girdi ve “Aramızda!” dedikten sonra kapıdan geçip salondan ayrıldı.
Eşikten içeriye girdiğinde, olduğu yerde dönen sahnenin arkasındaki diğer oda seyircilerin tarafından görülmeye başlamıştı. Seyircilerin bir kısmı anlam veremezken, yavaş yavaş dönmeyi bırakan platformla birlikte, karşılarındaki bir başka odanın sahnesiyle karşılaştılar. Odada bulunan yatağın içindeki bebeğin yanından, duvara yaslı masanın sandalyesine doğru yürüdü ve ses çıkarmadan oturdu. Sahnenin bu kısmında da aynı televizyon vardı ve video klip oynama devam ediyordu. Masanın üzerinde salondaki kâğıtların aynısı vardı. Ellerini yavaşça kâğıtlara götürdü ve dudaklarını oynatarak sessizce okumaya başladı. Biraz okuduktan sonra iç geçirerek kâğıtları masada bırakıp ayağa kalktı, sahnenin ortasına geldi ve ellerini iki yana açıp konuşmaya başladı.
“Dünya sanki başını ellerinin arasına almış, ‘bana ne oldu böyle…’ diye düşünüp kendini kemiriyor. Aklından geçenlere tanık olan siz, kulağınızla duyduklarınızı hep yalanladınız! Tutup düştüğü yerden kalkması gerekirken umutlarımız, her seferinde onların üzerine basıp kanattınız! Sahnede belki de son şarkısını söyleyip gözlerini yumacak olan insanınki gibi; insan, umutsuzluğuna kapılmış şarkının sözlerini hatırlamaya çalışıyor. Hayatın büyüsü altında ezilmek zorunda bırakılmış bir çift göz gibi, her seferinde karanlığın içinde kayboluyor. Sonra yetinmeyip paranın biz insanlar üzerinde bıraktığı etkisi yüzünden kendi yüzümüze bile borçlanıyoruz. Dünya eğiliyor ve evrenin bataklığına doğru düşüyoruz…”
“Artık kocamdan yediğim dayaklar yetti! Düşüncesi içinde ne yapacağını bilemeyen yerini bulamamış bir gerginlik gibi kendi dehlizlerimizde boğuluyoruz. Sonra televizyon karesinden, biri bebek beş kişinin yaşamlarını yitirmesinin ardından birkaç gece sonra da on üç yaşındaki Cemile’nin, evine isabet eden bomba parçalarıyla öldürüldüğünü öğreniyoruz. Sokağa çıkma yasağı nedeniyle Cemile’nin annesi cesedi buzdolabında saklamak zorunda kalmış, işitiyoruz. Hayatın bizlere yaptıklarını, biz insanlar, diğerlerimize yaşatıyoruz. Onları en beklemedikleri anda yalnız bırakıyoruz. Hayatın içinde akıp giden zamanın izlerini görüyoruz. Bir başkasının hayatını yaşıyor gibiyiz. Henüz kaçacak yer ararken, bizden daha da düşmüş olanların üzerine basıp doğrulmaya çalışıyoruz. Sanki bir geminin içinde, aklımızın odalarında yaşattığımız insanlarla bir denizin dibine batıyoruz.”
“Sevginin pütürleşmiş ve uzun süren sürtünmelerinden dolayı çürümeye başlamış apış aralarında yalandan bir aşk yaratmışız. ‘Aşkım’ kelimesini sakız etmişiz dudaklarımızda, dudaklarımızda adını çok sonradan öğrendiğimiz küfrün tadı. Biraz da bu yüzden dünyanın çarkı eğik; tüm o sevmeler, sevişmeler ve aldatmalar, ölümün karşısında çok da emin bir duruş sergileyemedi. Aniden yığılıp kalan bir adamınki gibi, nefeslerimizin tükendiğini hissettiğimiz o anda içimizdeki yerimizi terk etmek zorunda kaldık. Uzun bir göçün ardından, geride bıraktığımız beyinlerimizle ellerimizden yapılma hayatlar onardık. Fakat çoğunluğunun evet dediği aşk karşısında kaybetmemek için oyundan ayrılamadık! Seçimlerimizi, diğerlerinin tercihlerinden üstün tutmak adına şeytanla anlaşmalar yaptık, sonra ona en ihtiyacımız olan bir anda, bize kendi başımızın çaresine bakmamızı söyleyerek çekip gitti, geriye kedisine bile yalan söyleyen hastalıklı kişiliklerimiz kaldı.”
“Bir babanın eve ekmek getiremeyişi içinde ufalanıp küçülüyoruz. Sonra onurunu yaşamına paspas yapmak zorunda bırakılmış bir başka babanın yalnızlığında dolanıyoruz. Oysa siz değil misiniz daha fazla ev, araba sahibi olduktan sonra emekliliği geldiği halde altmış yaşında bunamış öğretmen rollerini oynamak zorunda kalan! Bunu kabul etmeyişinizi görüyorum, içiniz bana doğru dönük bir sinema perdesi gibi, şeytanla hesaplaşmalarınızı izliyorum. Karnı tok ve huzuru yerinde herhangi biri gibi tanrının varlığını elinin tersiyle iten insan, karnını doyurma mücadelesi bir yana, bu gece başını sokacak yer bulmaya çalışan bir başka insan gibi, dünyanın adaletsizliği karşısında inancının gölgesinden uçup giden güneşi göremeden zamana yenik düşüyor. Hepimiz buyuz aslında, kendi ölümünü tanıyan bir canlı.”
“Evimizin anahtarını yuvasına sokup çevirdiğimizde, açılan kapının ardında bize ait olan bir hayatın başrolünü oynamaya çalışıyoruz. Bu sefer seçimlerimiz varlığımızın önüne geçiyor ve her seferinde daha fazlasını dileyen sitemkâr canlılara dönüşüyoruz. ‘Acınası bir halde’ diyoruz her birimiz, diğerlerimiz için. Bıçağın soğuk tarafındayız ve kendimizi kurtarmaktan başka şansımız yok. O an yanındaki insandan önce biz kurtulmalıyız bu acınası halden, diyoruz, içimize, içimizdeki yerimizi bulmamız için, daha genç yaşta, o kırmızı bisikleti çok istediği halde almayan babanın çocuğu iken, hayatın birinci anlamını derhal bulup anlamalıyız. Eğer ilk anlamını kaçırıp daha sonra insanlar tarafından uydurulan anlamlarına kalırsak, içinden çıkılamaz bir hal alan toplumun, kendi içinde en acınası bireyleri oluruz. İşte o an kendi hayatımızın başrolünü oynamayı elimizden kaptırabiliriz. Bir başkası bizim için kendi kararlarını acımasızca dayatabilir. Sözlerimizi unutmamalıyız, bu söylediğimiz son şarkımız olsa bile kendimizi hatırlatan o güzel sözleri kafamızın içinde kaybetmemeliyiz!”
“Aklımızın içindekileri bir öksürük gibi düşüncelerimize salamadığımız anda güzel yeşil bir bahçe iken, gri kalın binalara dönüşüyoruz.”
“Mutluluk, yetişkin insanlar için hiçbir zaman ucuz olmamıştı; oysa küçük bir çocuğun gülüşüne zahmetsizce serpilmişti. Geriye kalanlar için kavradıktan sonra ucu kaçırılan bir geleceğin hüznü kapış kapış ucuza gitti ve hayatın anlamı emirler eşliğinde tanrı vergisine dönüştü.”
“İnsanoğlunun geçmişte yaşadığı tüm o felaketler ve hastalıklar hiç bu kadar etkili olmamıştı. Dünyada üremeye başlayan, ‘Geleceğimizin hastalığı’ diye tanımladığımız rahatsızlığı, onca sahip olduğumuz teknolojiye rağmen durduramadık. Yakın ilişki biçimlerimiz o kadar gelişmişken bile, bu rahatsızlığın çözümünü bulamadık. Oysa önümüzde aniden beliren bir duvar gibi tosluyorduk kaderimize. İlk defa yaşadığımız iç sıkıntısı gibi aniden mimiklerimizde asılı kalıyorduk.”
“Sürekli mutluluklarımızın peşinden koşuyor gibi görünsek de, gerçekte acılarımızın yanından ayrılamıyoruz… Çünkü biliyoruz, insan ellerinden tutmayınca acılarının, onlarla savaşacak uzunca bir hayatı olmayacaktır.”
“Bazense gülmek zorunda kalanların kaderi üzerine oynuyordu taşlar. Her hareketinde bir başka acımızdan kurtulduğumuzu düşünürken karşımızdaki duvar koca bir aynaya dönüşüyor ve içerisinden yansıyan diğer yanımızla yüzleşmek zorunda kalıyorduk. Her seferinden katlanarak büyüyen muazzam bir görüntü gibiydik.”
“Çocukluk rüyalarını gören büyükler, şimdilerde kendi kafalarının içinde açılan yaralarla boğuşuyorlar. Gençliğinin ipini bulup kendilerine doğru çekmeye çalıştıkları sırada, evlerinin uzun zamandır ödenmemiş kira borçları akıllarına geliyor ve yapışıp kalıyorlar kendi çocukluklarına.”
“Sonra iyice anlamışız ki, mutsuzluk yüzünden kendi gülümsemesini unutmuş insanların aynadaki siluetine bürünmüşüz. Gördüklerimiz pek iç açıcı değil. Kendi amcası tarafından daha on dört yaşında hamile bırakılan bir kızın, doğum sırasında can vermesi gibi karanlık cinayetlerin gerçekleştiği zamanlara denk geldik. Kimin için yaşadığımızı düşünebilecek kadar kendimizden uzaklaşmış ve kendi yaşantımız karşısında yabancı biri gibi kalakalmışız. Doğanın insan hayatı üzerindeki etkisini yaşarken, aylardır hiç durmadan yağan karın kapattığı köylerde, donmamak için her şeyini yakan insanlardan biri -bir anne- soğuktan donarak can veren bebeğini bir çuvalın içine koymak zorunda bırakılmış, yolu kapatan karın üzerinde bata çıka karanlığa doğru yürümüş. Hala vicdanlarını sessize almamış insanlar var ki, gördüklerinden irkilmişler… Annenin feryadı hiçbir televizyon ekranına sığamamış.”
“Kendimizi kandırdığımız her an, yüksekten yere doğru çakılmak üzere olan bir yüz ifadesi gibi, bir bir yitireceğiz kendi gerçeğimizi. Gerçeğini kaybetmiş insanlar, aynanın karşısında asla kendi ruhunu göremezler. Gerçeğin görülebilecek bir şey olduğunu anlatmaya çalışmıyorum, görüyorsunuz, sizin için atan bir kalp hissedeceksiniz. İnsan hayata gözlerini açtığında, içinde kendisinden daha fazla insan için atan küçücük bir kalp ile yaşamaya başlar. Her insan doğumunda günahsızdır. Hayat, kendi günahlarımızı kazanmak zorunda kaldığımız bir oyundan ibarettir. Gerçeği görmek isteyenler, gönül gözünü açmak zorunda olduklarını da bilmelidirler. Vicdanımızın içinde kıvranıp duran şüpheler yüzünden gerçeğimizden bir an olsun ayrılmamalıyız. Ancak doğru yolu bulduğumuz an kendimizi mutlu hissedeceğiz.”
Işıklar söndü. Adam masadan kalktı ve elindeki kâğıtları masaya bıraktıktan sonra ışıklar tekrar yandı. Adam sahnenin ortasına geldi ve gözlüklerini çıkarıp seyircileri selamladı. Uzun bir süre ayakta alkışlanan adam bir kere daha eğildi ve sahneyi terk etti.
Bebek hala yatağında uyuyor ve televizyonda akıp giden video kesilmiş, Graskallen’e doğru hareket eden tren durmuştu.
Burak Toprak
Askıda Kalan Mutluluklar Kitabından