“Tanrı, siz müsrif insanlara güzelliğinizin yanında endişelerinizi de bahşetmiş. Ve siz yersiz endişelerinizle bütün güzelliğinizi mahvediyorsunuz.’’
Bunu bana söyleyen ahir vaktini yavrularına adamış, ihtiyar bir tilkiydi. Gözleri hafifçe kısılır, keskin kulakları iyiden iyiye gerilirdi konuşurken. Ağızlarını açtıklarını, dahası dudaklarının kıpırdadığını dahi görmedim. Yalnızca hareketsiz dururlar ve tehditkar bakışlarla havayı koklarlardı usulca. ‘Onlar’ derken, ahbaplığımın tilkilerle sınırlı kalmadığını bilmelisiniz, aklınıza gelebilecek tüm hayvanları kastediyorum ben. Hemen hemen hepsiyle konuştum, yani -ormanda zaman ağır işliyor ve sesler her yerde- maymunlar, timsahlar, kurbağalar, tavşanlar, zürafalar ve bizonlar ve yılanlar ve aslanlar ve tanışma şerefine eriştiğim diğerleri. Ağaçların arasında gece gündüz süzülen biteviye bir uğultu düşünün; dalların arasında gizlenen bir sincap ya da güneşin yağıyla kavrulan bir nehirde yüzen su aygırı; aynı nehirde dilini ıslatan bir sırtlan yahut yakınlarda pusuya yatmış bir kaplan. Aralıksız fısıldayan, homurdanan, hayıflanan, çığıran, ciyaklayan hayvanlar aleminin ateşli cangılında kendimi huzurlu hissediyordum doğrusu. Onları dinlemek, şehir yaşantımda müptelası olduğum radyo istasyonlarından daha eğlenceliydi; öyle ya, kışkırtıcıydı işin aslı. Buraya ilk geldiğim zamanlar, sürüsünü kaybettiğinden dem vuran bir ceylana rastlamıştım. Üç gün boyunca birlikte gezmiştik. İnanın, gün boyu içini kemiren ölüm korkusuyla nasıl tetikte yaşadığını görseniz, tabii buna yaşamak denirse, bizden ne denli aciz olduklarını görseniz, ah-yüreğiniz burkulurdu. Aynen böyle söylemişti; ah! -kara benekli bir jaguarın dişleri arasında son nefesini verirken.
“Eğer elimden gelseydi, seni de afiyetle mideye indirirdim’’ demişti jaguar, diğerleri gibi yalnız gözleri ve kulaklarıyla konuşarak.
“İyi de ben kendimi yedim bitirdim zaten.’’ Keyifle yapıştırmıştım lafı.
O zamanlar yalnızca görünmez bir çocuktum; henüz sesimi kaybetmiş değildim. Yaşımla birlikte o da rüştünü ispatlamıştı; gür ve tok, hafif balgamlı da olsa çarpık bedenimi görmeyen, sesimi uzaktan duysa etkilenirdi. Övünç duyduğum tek melekemdi. Çopur yüzümü ardına sakladığım sadık siperim, yegane tutunacak dalımdı benim. Şimdilerde ise tiz çıksa bile razıyım. Ah! –Yıllar önce yoldaşlık ettiğim ceylan geliyor aklıma. Yoksa vah! -mı demeliyim? Sanırım ikinci serzeniş daha çok uyuyor benim durumuma. Gülmeyin!Emin olun, ancak yerimde olsaydınız ikisi arasındaki ince kırmızı çizgiyi görebilirdiniz. Diyorum ya, yerimde olsaydınız. Ama ben bile yerimde değilim artık.
Ormana, ormanlara -tabana kuvvet- arkama dönüp son bir kez bile yalabık siluetine bakmadan sürdüm kendimi şehirden. Kendi elleriyle itelemişti ne de olsa; sen şöyle ötede dur, ayçiçek tarlalarından, tepelerden, bayırlardan, çayırlardan, bozkırlardan yana demişti. Orada dur ve sessizliği dinle; kız doğmuş gibi bir sessizlik bu, nihayetinde konuşmak zorunda kalacak seninle. İnsanlar sana kulak asmıyor çocuğum, bırak doğaya uzansın ruhun, kendi hür kabileni keşfet. Öyle de oldu; annem ardımdan gözyaşı dökmeyi bıraktığında sahiden öyle yaptım; kulaklarımı açtım. Güvercinlerin serenatları gök kubbeyi inletiyordu:
“Aynı yaşamda çürüyor,
Aynı ölümde yaşıyoruz.
Öyleyse gidelim-
Sen güneye, ben güneye…’’
Beni inzivaya çekilmiş kanserli bir morukla aynı kefeye koymayın lütfen. On yedisinden gün almış genç bir delikanlının öyküsüdür bu anlattığım. Hayatın en şefkatli olduğu yıllarda, insanlardan kaçıp saklanacak değildim. Kabul, şöhretli bir tip olduğum söylenemezdi. O yıllarda kızların yanıma yanaşmaktan çekindiği su götürmez bir gerçekti. Orantısız bir büyümenin kurbanı olmuştu vücudum. Kollarım, bacaklarıma göre daha uzundu, ayaklarım da bacaklarımı taşıyamayacak kadar küçük. Sözgelimi, bedenime göre pantolon bulmakta zorlanırdım; beli tutsa boyu kısa gelirdi. Dert değil, annem sonunda terziye diktirmekte bulmuştu çözümü. Bunun dışında, omuzlarım yok sayılacak denli dardı belki, boynumun da fazlaca yana eğimli olması başımı dengede tutmamı güçleştiriyordu. Yine de kemerli burnumu saymazsak yüzüne bakılmayacak biri değildim. Sesimi duyurmaya çalıştım diyorum size! Okula gitmeye sebatla devam ettim. Sabah kahvaltı için sofraya yine oturdum. Caddede yürürken yanımdan geçenlere ısrarla saati sordum, çaresizce çekiştirdim yakalarından. Ama onlar boş gözlerle baktılar, tepkisiz kaldılar ben yumruklarımı savururken, umursamazca çiğnediler ayaklarıyla beni. Keza annem ne önüme tabak koydu kahvaltıda, ne çayımı doldurdu. Anlatabiliyor muyum? İnsanların karşısına dikilip defalarca bağırdım: “Buradayım! Beni duyuyor musunuz?’’ Ben gayet duyuyordum işte, bana aitti, doğumumla birlikte gırtlağıma yamanmış bu ses, benimdi.
Kimse konuşmadı, tek kelime etmediler bana. Taziyeleriyle evin içini matem havasına bürüyen besili komşularımıza ağlandı durdu annem. Babam oğlunun acı kaybına nasıl göğüs gerdiğini anlattı sakince. Sigara üstüne sigara yaktılar. Gözyaşı üstüne gözyaşı döktüler. Yemin ederim elimden gelen her yolu denedim. Koltuklara çıkıp tepindim, koca koca insanların saçlarını çekiştirdim, avizeye asılıp haykırdım, halının üzerinde taklalar attım. Neler yapmadım neler! Okuldaki hergeleler intihar ettiğime dair safsatalar yaydılar kulaktan kulağa. İntihar mı? Buradayım be insaf, gözünüzün önünde! Buyurun, öğretmenlerimin hepsi içine kapanık, sorunlu bir çocuk olduğumu doğruladı. Saçmalık! Kızlar pervasızca dedikodumu çevirdiler arkamdan. Neymiş, derste onların bacaklarını dikizliyormuşum! Hepsini gördüm, hepsini işittim! Sorarım size tek başına zaman geçirmekten hoşlanan birine böyle bir ceza reva mıdır? Yalnızlığı seven biri böyle riyakarca suçlanabilir mi? Ne yani, onlar kızlarla soyunma odasında mercimeği fırına verirken, ben okulu asıp gün boyu televizyonda erotik film yayınlayan bir bara gidiyorum diye mi farklı görüyorlar beni? Sırf ellilik biranın yanında sarma tütün içtim diye mi? Hafta sonları tek başıma lunaparka gidip gondola biniyorum diye, öyle mi? Yoksa geceleri bisiklete atlayıp şehirde turladığım için mi?
Beteri var! Tüm bunlar yetmiyormuş gibi bir de hummalı bir cenaze töreni düzenlediler adıma. Benim yufka yürekli, derbeder ailem, sizler ne acınası haldesiniz! Boş bir tabut taşıyordunuz omuzlarınızda, farkında mısınız? Boş bir kefen gömdünüz o gün toprağa. Hatırlıyorum da, mezar taşımın dibine oturup gözlerimden yaşlar gelinceye dek kahkahalar atmıştım. Siyahlar içindeki ahalinin meymenetsiz suratlarına hakaretler savurarak alay etmiştim onlarla. Ne fayda! Sessizlik içinde dualarını ettiler, huşu içinde kürek salladılar mezarıma.
Yapacak bir şey yok, ailemin de zamanla yokluğuma alıştığını görünce vazgeçtim. Onları suçlamıyorum; annemin göz pınarları kurumuştu ağlamaktan. Ve bir sabah babam kulağına şu sözleri fısıldadığında, aylar sonra ilk kez gülümsediğine tanık olmuştum:
“Sıkma canını, yenisini doğurursun.’’
Kuşlara kulak verdim sonra. Beni ormana çağıran onlardı. Aslına bakarsanız ailemi özlemiyor değildim; fakat diğer tüm insan müsveddelerini içinde barındıran şehirden uzakta olmak güzeldi. Görünmesem de sesimin duyulduğunu bilmek güzeldi. Hayvanların dilinden anlamak ve onların benim dilimden anlaması, evet tek kelime yeterliydi bunu tarif etmeye; güzeldi. Bu yüzden sineye çektim sıla hasretini.
Maalesef, nihai sona yaklaşıyorum şimdi. Üzerinde yaşadığımız cihanın uçsuz bucaksız topraklarında Araf’a kısılıp kaldım. Öbür alemde sizi bekleyen meşhur karanlık dolambaç, bu dünyada esir aldı beni. Üzgünüm; suretimden ziyade sesimi kaybetmiş olmaktan. Yalnızlık yaralıyor, kötü huylu bir tümör gibi etimi sıyırmış, ruhumu eşeliyor artık. Böyle olmasını istememiştim. Her şeye rağmen unutulmak istemiyordum. Yine de tilkinin sözlerini haklı bulmuyorum. Endişelerim yersiz değildi. Beni şefkatle küçümseyen bir insan çemberinin ortasında, savunmasız duruyordum. Eninde sonunda geçireceklerdi boynuma ilmiği pür neşeyle. Kayıtsızlık, edepsizlik, muhaliflik ya da kim bilir başka hangi mesnetsiz suçlamalarla yargılayacaklardı beni. Merhamet dilemekten başka şansım var mıydı? Bu doyumsuz akbabaların leşimi kemirmek adına birbirleriyle nasıl kapışacaklarını tahmin bile edemezsiniz. Orada, çemberin ortasındaydım. Başımı göğsüme yaslamış, ellerimle kulaklarımı kapatarak, kaderime tevekkül ediyordum. Son bir gayretle, nefesim tükenirken, son bir umutla mırıldandım içimden:
“Tanrım, yer yarılsa da içine girsem!’’
Sonrası, sizin de bildiğiniz gibi.
.
Ekin Gökgöz