Kimsesiz bir ormanda devrilen bir ağaç ses çıkarır mı?
Zen Koanı
Babamla buluştuğumuzda saat dokuzu geçiyordu. Ona bir şişe malt, kendime de tek buzlu bir Jameson sipariş ettim. Bana artık tek birayla kafayı bulduğunu söyledi. Mekana erkenden gelip birkaç kadeh yuvarladığım için benim de kafam iyiydi. Yine de ona içkiyi azalttığımı ve artık böyle yerlerde çok takılmadığımı söyledim. Bunu başıyla onayladı. Cuma gecesi olmasına rağmen ortam sakindi. Köşedeki bir masada kadeh tokuşturan çiftten ve bizden başka kimseler yoktu. Mavi saçlı bir kız içkilerimizi masaya kayıtsızca bıraktı, sonra tabureye oturup François Ozon’un dev ekranda dönen ‘Dans La Maison’ filmini izlemeye koyuldu. Hava nemliydi, yıldızlar uzaktaki bir deniz feneri gibi parlıyordu. Tüm bunlar bana yüreğimde bir karınca yürüyor gibi hissettirmişti.
Babama askerde nükseden panik atağımdan bahsettim. Bunu gülümseyerek geçiştirdi. Zihnin insana türlü oyunlar oynadığıyla ilgili yarım saat süren sıkıcı bir vaaz verdi. Kendisi doktordu ama benimle bir din adamı ciddiyetiyle konuşmuştu. “Zihin hiçbir işe yaramayan tek nimettir.” Ona hak verdim, bir yılı aşkın süredir meditasyon yaptığımı, yine de kaygılarımdan kaçamadığımı söyledim. Bana can çekişen bir yılana bakar gibi baktı ve kaygılar gerçektir dedi. “Onlardan kaçamazsın, sadece anlam aramayı bırak.” Sonra meditasyon gibi zırvaların şimdilerde moda olduğunu, benim ve yaşıtlarımın bu gibi şeyleri sırf bir kimlik kazanmak için yaptığımızı öne sürdü. Ona göre herkes neyse oydu. Sen de busun işte dedi, ellerini iki yana açarak. Aynada kendine bakar gibiydi. Bunu sessizce kabullendim.
Ay tepedeydi, cadde boyunca bir süre yan yana yürüdük. Babam sahiden de tek birayla zom olmuştu, kelimeler arasında fazla duraksıyordu. Bir ara annen dedi ve uzunca bir süre sustu. Boşlukları doldurmak bana kalmıştı. Eve giderken arabayı ben kullandım. Bana oturma odasındaki çekyatı kendi evime götürebileceğimi söyledi. Ona göre çekyatın miadı çoktan dolmuştu ve annemle ilgili bazı tatsız hatıralar taşıyordu. Onu güç bela yatağına yatırdım. Eğilip kulağıma bir bebeği kucaklamayı ve gazını çıkarmayı çok iyi bildiğini fısıldadı. Sonra sırtıma pat pat vurdu ve başını yastığa koyduğu gibi horlamaya başladı. Bir süre orada kalıp kırışık alnını ve yanaklarındaki çizgileri seyrettim. Zamanın oku gerçekten hızlıydı.
Oturma odasındaki kitaplıkta çocukken defalarca okuduğum kitapları buldum. Pal Sokağı Çocukları’nı elime aldığımda sayfalar kuru yapraklar gibi yere döküldüler. Bu bana romandaki çelimsiz Nemeçek’i hatırlattı. Çekyatın orta yerindeki göçüğe oturdum ve evin içindeki sesleri dinledim. Çalışma masasının üzerinde eski bir aile fotoğrafımız duruyordu. Sahil kenarındaki yazlık bir evin verandasında çekilmişti. Kardeşim iştahla annemin elindeki kolaya uzanıyordu. Ben babamın omuzlarındaydım. Herkes çok gençti. Fotoğrafı kimin çektiğini düşünürken telefonun sesiyle irkildim. D. mesaj atmıştı. Benimle ilgili bir rüya görmüştü ve her şeyin yolunda olup olmadığını soruyordu. Eskiye dair buruk bir his içimde büyüdü. Saçlarını ve sesini hatırlamaya çalıştım. Onunla ilgili kokuları düşündüm. Sonra işaret parmağındaki belli belirsiz yamukluğu anımsadım. Bu birçok şeyi beraberinde getirdi, zihnimin içi seslerle dolmaya başladı. Yüreğim yine kabardı, sanki sinsi bir balon göğsümün içinde usulca şişiyordu. Bakışlarımı karşı duvardaki sıva çatlağında buluşturup derin bir nefes aldım.
Ve sakince bıraktım.
Ekin Gökgöz