‘’Yaşlı İlya dağ gibi adamdı be babacığım!’’
‘’Günbatımına uzattığımız bacaklarımızın gölgesi dalgalara karışıyor, seyreliyordu. Eylül sonuydu ve tam da eylül sonuna yakışır tazelikteki hava yamaçlardan getirdiği adaçayı baskın kokuları içimize dolduruyordu. Bağbozumu bitmiş, arkadaşlarımızın büyük bir kısmı işlerine, evlerine dönmüştü ve nihayet biz yerleşikler için sezon asıl şimdi açılıyordu…’’
‘’Belki bir öyküye giriş olur’’ diyerek kâğıdı uzattı. Kız, çocuğun yazdığı bu birkaç satırı okuyup defterin içine diğerlerinin arasına atarken bardaktaki şarabı güneşin batmasından korkuyormuşçasına hızla tüketti…
En iyi betimlemesi bile geride çokça eksikler bırakacak türden, büyülü bir koydu burası. Yukarıda yaklaşık yirmi minik taş evden ve yüksek dağlarla çevrili vadi boyunca göz alabildiğine uzanan üzüm bağlarından oluşan köy, aşağı doğru iner etrafı incir, zeytin, keçiboynuzu ağaçları ve her çeşit turunçgil bahçeleriyle dolu dar patikaya sararak, yarım kilometre ötede yıkık antik hamamın çevresinden ufak bir kıvrılışla sizi bu eşsiz sahile çıkarırdı. Kumsalın bittiği sol kol engebeli bir araziyle yükselerek devam eder, sağ kol ise koskoca bir tepenin çevresini dolanan patikaya uzardı. İşte en güzel günbatımı da bu tepenin arkasındaki kayalıklarda izlenilir, her yaştan sevgililer patikanın yolunu mesken tutarlardı.
‘’Haydi, Ömer geç kalacağım.’’
‘’Bir dakika daha.’’ Güneş, kızıl bir top şeklinde denize girmiş ve sadece en üst kısmı melon bir şapka biçimini alarak çok ama çok kısa bir süreliğine daha su yüzeyinde kalıp aniden yok olmuştu…
Selin; kuşkusuz başına gelen en güzel şeydi. Ömer, onunla tanıştığından beri nasıl böyle bir mutluluğa malik olabildiğine şaşıyor, aralarında ki bu mutlak uyuma bir türlü anlam verememekle birlikte onun, talihsiz aile yazgısına sunulan bir şans, bir armağan olduğunu düşünerek dalıp gittiği yerlerden yine kendi gülme sesiyle geliyordu. Hatta son zamanlarda babası İlya’nın odasının bir köşesinde duran İsa tasvirinin önünde bile daha sık diz çöker, küçük yaşta kaybettiği annesinin mezarı başında daha çok vakit geçirir olmuştu.
Selin’in abisi Celil, bu ince uzun, sürekli midesi ağrıyormuşçasına öne meyille gezinen gergin suratlı delikanlı ise Ömer’den hoşlanmamakla birlikte kardeşiyle arasındakileri göz ardı edemiyor bu yüzden her fırsatta gözdağı vermekten de kendini alıkoyamıyordu…
Selin doğduğunda, dünyaya henüz açılmış gözleri öyle bir pırıltı saçıyordu ki onu görmeye gelen koca koca insanların yürekleri çözülüyor, yılların yaman düzlüğüyle birbirine sırt dönmüş bedenler canlanıyor, ziyaret evinden çıkan eller yeniden kavuşur oluyordu. İlk gençliğinde, mahalleden yaşıtı hangi delikanlı ateşler içinde kıvransa, ilk sarhoşluğuyla aşk nidaları atsa ya da elinden kalemi, mektubu düşürmese sebebinin o olduğu bilinirdi. Bu gençler, büyüyüp serpilip de Selin’in aralarından hiçbirine bakmayışına, bir de üstüne üstlük ‘gavur tohumu’ Ömer’e kapılışına bir türlü anlam verememişlerdi. Bu anlamsızlık yerini kıskançlığa, kıskançlık ve öfke ise başta Celil’i olmak üzere tüm ahaliyi fişteklemeğe hatta Ömer’den sonra İlya’ya bile atılan uğursuz bakışlara, çarşıda pazarda kondurulan laflara değin varmıştı…
İlya yaşlılığın getirdiği vakarla tüm bu haşarılıklara, gençler arasında çıkan ve taraflardan birinin çoğunlukla oğlu olduğu dalaşmalara kayıtsız kalıyor, onların işine karışmıyor fakat Ömer’in başına bir şey gelmesinden de bir hayli çekiniyordu. Ömer’in çektiği bu sıkıntı; kendisi ve ailesine atılan laflar, sonu gelmez dalaşmalar, güç gösterileri ve Selin’le baş başa bir tasasız gün geçirememekten süre gelen ve gençlik ateşiyle de birleşen bu ruhsal sıkıntı, İlya’nın şu yaşlılık günlerinde yaşlı dimağını yoran tek bulantısıydı…
Yine olaylı bir akşamüstü Ömer suratı beş karış evin yolunu tutarken İlya ise koltuğunu batan güneşe çevirmiş dedesinden kalma tahta kupasında ki şarabını yudumluyordu. Ömer yanına bir sandalye çekerek uzun zaman nefesini tutmuş da kıpkırmızı olmuş bir çocuk gibi birden patlayarak içini dökmeye, köydekilere olan nefretini kusup Selin’le ilişkilerinin zorluğundan veryansın etmeye başlayınca İlya, içini bir güzel dökmesi için onu yüreklendirircesine hiç gözlerini kaçırmadan sonuna kadar dinledi. Konuşma sırası kendine gelince de sadece ‘’Bak’’ dedi ve elindeki kupayı olabildiğince ağır bir hareketle kaldırarak üzümleri, önlerinde uzayan bağları gösterdi. ‘’Hayatta herkes üzüm olabilir fakat her üzüm şarap olamaz. Şarap olmak için ezilmesi, yani biraz acı çekmesi, sonra da kabında olgunlaşması gerekir. Bu apayrı bir meziyettir.’’
II.
’’Ne demeye içeyim şarabı güneşten korkarcasına! Ne demeye çekineyim, varsın yaksın içimi…’’
Soğuk bir şubat günü Kızıl Ordu Gürcistan’a girdiğinde İlya henüz on altısında, koyu sarıya kaçmış bukleleri alnına yapışık, küçük ve gergin ağzının üzerinde yer yer bitmeye başlayan ilk gençlik tüylerine karşın geniş omuzu, geniş gövdesiyle sert görünümlü, engin bakışlı bir genç adamdı…
Dedesi Anton, ülkenin sayılı şarap üreticilerinden olmakla beraber Kaheti’de ki üzüm bağları dillere destan olmuş, her yıl bağbozumu zamanlarında meraklıları Kafkasya’nın dört bir köşesinden bu bağları görmeyi, dağların beslediği bu bol mineralli topraklarda yetişen üzümün kanına doymayı adet edinmişlerdi. İlya kendini bildi bileli bu bağlarda koşturmuş, çocukluk şarkılarını burada söylemiş yine ilk sevgilisiyle burada uzanmıştı yıldızlı gecenin altına.
Annesi doğumunda vefat etmiş, babası İvan ise dünya uğraşlarından bihaber, etliğe sütlüğe karışmaz bir adamdı; gündoğumundan akşam çökene değin dağ tepe dolaşır, tütünü şarabı eksik etmez, bol bol yazar keyfi yerindeyse de uzun uzadıya akort ettiği tar’ını çalardı. Bundan olsa gerek Anton, en küçüklüğünden beri İlya’nın üzerine pek düşmüş ona üzüm sanatının tüm ayrıntılarını öğretmek için olağanüstü bir çaba, istek sergilemişti. Nitekim İlya’da bu çabanın karşılığını vererek kendisini tümüyle bu işe adamış hatta yaşı geldiğinde işin başına geçerek artık iyice yaşlanmakta olan dedesine sonunda rahat bir nefes aldırmıştı…
İşgal başladığında dedesi öleli neredeyse bir yıl oluyordu. Anton’un ölümünden üç ay sonra da babası bir kadının peşinden Karadeniz boyunca yelken açan bir gemiye atlayıp Köstence’ye oradan da-Doğu’nun Parisi-ne, Bükreş’e kadar gitti. Yalnız kalan genç İlya’da şimdi kendince düzenini oturtmuş hatta kış sonuna belki bir evlilik bile düşünüyordu.
Ağır kayıplar veren Gürcü güçleri yenilgi üzerine yenilgi yaşarken İlya’nın şehirde tesadüfen tanıştığı, işgale Sovyetlerin yanı sıra katılan 3. Ordu’dan şarap düşkünü bir Türk subayı bu azimli genci çok tutmuş kendi anneannesinden gelen Gürcü kanı sayesinde ona pek bir muhabbet besler olmuştu. ‘Ömer Çavuş’ diye çağırılan bu heybetli, babacan er ne yapıp edip İlya’yı seferberlikten kaçırmayı kafasına koymuş sonunda planını ona da kabul ettirmişti.
İlya dedesinden kalan ve kendi birikimi de dahil bütün parasını toparlayarak bağları da çok ucuza elden çıkarınca Ömer Çavuş’un yardımıyla ülkeden çıkmayı başarıp Karadeniz şeridi boyuncu bir yandan tersanelerde ve çeşitli işlerde çalışıp diğer yandan seyahat ederek yaklaşık iki yıl sonra, gözlerini sisli bir nisan sabahında zar zor seçilebilen Odesa limanına girmeye çalışan bir yük gemisinde açtı. Bu süre zarfında İlya, Ömer Çavuş’la temasını kaybetmiş ve elinde ona ulaşabileceği hiçbir adresi veya tanıdığı kalmamıştı. Ama yola çıkışının ilk gününden beri yine Ömer Çavuş’un destansı bir dille anlattığı şu bağlarıyla ünlü küçük Türk köyünü aklının bir köşesine yazmış, kafasında evirip çevirerek bütün güzel düşlerini ona yüklemiş ve geçen bütün bu zamanda bilinmeyen bir içgüdüyle yolun sonu olarak bulabileceği bile kesin olmayan bu büyülü yeri bellemişti…
Türkiye’de ki savaşın da bitmesiyle, İlya bir ay içinde Odesa’dan Varna’ya oradan da Anadolu topraklarına ulaştı. Fakat aradığı yeri bulana kadar aylarca kıyı şeridini talan ederek sorup soruşturmadık bırakmamış hatta Türkçeyi bile çat pat konuşur olmuştu… Umudunu kaybedip boş gezer, iş bakar halde sığındığı bir handa, hanın sahibi tarafından tanıştırıldığı kendisi gibi Gürcü göçmeni bir genç sayesinde düşleri yeniden yeşerip kafasına bir ‘belki de’ düştü. Genç ona birilerinin bağlarda çalışacak, üzüm işini bilen adamlar aradığından söz ettiğinde, İlya’nın ilgilisini ve işinin de ehli olduğunu sezinleyince büyük bir heyecanla bildiklerini anlata koyuldu. Dediğine göre bağları bahçeleriyle ünlü bu köy, üzerinde sarp kayalıklar yükselen bir vadiye hapsedilmiş ve bu cennet bahçesine karadan ulaşım mümkün olmadığı gibi deniz yolu da koyda yaşayan balıkçıların anakaraya geliş gidişlerini tutturmaya kalıyordu.
Yaklaşık bir hafta sonra tekneye çarpan dalgalardan kırılan tuzlu su zerrecikleri, güneşle karışmış sıcak hava dalgası halinde tıpkı bir kum fırtınası gibi yüzüne vururken, İlya geçtikleri her bir kulaç mesafede daha güçlü bir heyecana kapılıyor, büyük bir mıknatıs tarafından çekilen ufak bir metal parçası gibi bütün o yorucu seferin sonunda kavuşacağı, yıllar yılı tüm hayallerini yüklediği bu son durağa doğru çekilmekten kendini alıkoyamıyordu…
İlya burada ki işleyişi öyle çabuk kavradı, canla başla çalışması ve paylaştığı kendi yöntemlerinin verimli sonuçları sayesinde vadidekilerin güvenini öyle bir kazandı ki, gelişinin henüz ilk yılı dolmadan vadinin vazgeçilmez, sevilen bir üyesi oldu çıktı. Hayatlarının üçte ikisini tamamlamalarına rağmen anakaradan öteyi görmemiş koca adamlar ufak bir çocuk heyecanıyla onun gidip gördüğü yerleri, buralarda tanıştığı insanları ve maceralarını hayret verici bir şaşkınlıkla dinliyorlar ve her gece bir başka evde davet üzerine toplanıyorlardı…
İlya köyde ki üçüncü senesinde, biriktirdiği parayla ve ahalinin de yardımıyla kendisine küçük bir çiftlik kurmuş, bundan bir sene sonra ise ilk geldiği zamanlarda tanıştığı, birbirlerinden kitap ödünç alıp verme bahanesiyle bu tanışıklığı ilerlettikleri köyün yegâne öğretmeni Sevgi hanımla evlenmişti. Hemen ardından da birlikte, adaşlığıyla eski dostunun anısını yaşatacak Ömer’i dünyaya getirmişlerdi. Ve İlya artık hayatının bağbozumunu, en verimli ve güzel günlerini yaşamaya başlamıştı…
III.
‘’Şarapta gerçek saklıdır.’’
Köyde ki gerginlik öyle bir hal aldı ki gençlerin hırlaşmalarıyla başlayan bu hararet artık yetişkinleri de sarmış, onları bu konuda bir fikir sahibi olmaya, bir taraf tutmaya zorlar hale getirmişti. Fakat tüm olayların seyrini değiştiren ve ölümcül sonuçlar meydana getirecek olan misillemeler zincirini başlatan, İlya’nın özene bezene beslediği tavuklarının, kümese atılan bir gelincik tarafından paramparça edilmesiydi… Babasının ne kadar üzüldüğünü gören Ömer ise hemen ertesi gece hiç de altta kalmayacak bir şehvet ve intikam duygusuyla Celil’e ata yadigarı olan ve her hafta köy pazarından bir gece önce pazaryerine bıraktığı arabasını ateşe verdi.
Celil bu olaydan sonra tamamen kontrolden çıktı ve babası onu eve kapatmaktan, başında beklemekten başka çare göremedi. Fakat sakinleştiği düşünülüp de ev hapsinin sona erdiği ve uzun bir hafta sonrası bahçe kapısını ilk kez aştığı o sıcak öğleden sonra planlı bir çabuklukla önce bir arkadaşının evine girdi, sonra da oradan beraber çıktığı çiftesini Ömer’in biricik dostu, bağlarının bekçisi ve annesinden kalan son anısı olan, artık yaşlılıktan gözleri bile zor gören Zeytin’in üzerine boşalttı. O sırada depoyu düzenlemekte olan Ömer sesi duyup da olay yerine geldiğinde iş işten geçmiş hayvancağız zorla bir iki acı çığlığı atıp iki büklüm serilmişti bile. Ömer olayın şokuyla Celil’in üzerine öyle bir hızda atladı ki havada tek bir yumruk atabilip ki bu yumruk sonucu Celil’in sağ gözü ertesi sabaha tamamen kapanmış olacaktı, sırt üstü yere kapaklandı.
Her şey çok hızlı olup bitmişti. Celil kan bürümüş gözünün acısıyla, Ömer’in de yerde oluşunu fırsat bilerek savrulup giden çifteye yeniden davrandı. Ömer ise onun çifteyi doldurmaya çalışmasını fırsat bilip bağa doğru koşuyordu. Kısa bir koşturmacanın ardından Celil, Ömer’i bağın ortasında ki açıklıkta büyük bir ağacın altında kıstırdığında hiç beklemeden doğrulttu çifteyi. Tam bu sırada, veranda da otururken patırtıyı duyup da takip eden İlya, çalıları aralayıp yaşlı kollarında kalan son bir güçle elindeki iri testiyi Celil’e doğru fırlattı. Hava da hızla kendine doğru gelen testiyi görünce ani bir atış yapan Celil’in çiftesi, önce testiyi havada paramparça etti sonra da Ömer’in göğüs kafesini deşti geçti…
Bütün bunlar bir tarla faresini takip eden engerek yılanının kendisini, ansızın yüksek bir tepeden süzülüp de dalışa geçen bir şahinin pençeleri arasında bulması kadar çabuk gelişmişti. İlya yere çökmüş çok uzun zamandır orada olan kadim bir heykel gibi kıpırtısız duruyor, Celil ise Ömer’den akan ve testiden sızan kırmızılığın birleşip ayaklarının çevresinde birikişini izliyordu… Ve böylece insanın kanı üzümün kanına karışmıştı…
‘’-İşte gerçek bir kupaj…’’
Ege Ündağ