“Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.
Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.”
Mevlana
Adil’le buluştuğumuzda saat dokuzu geçiyordu; onu Bahariye Caddesi’ndeki evime davet etmiştim. Kadıköy’ün ışıklı sokaklarında esen meltem, yazın terütaze kokularını aralık camdan içeri taşıyordu. Bir yılı aşkın süredir görüşmüyorduk; çekingen bir sessizlik içinde birbirimizi süzmüş, ikimiz de kısa cümleler kurmuştuk. Ona şarap ikram ettim. Son gördüğümden bu yana iyice zayıflamıştı; gözaltı torbaları daha da belirgindi, belli ki iyi uyumuyordu. Cam kenarındaki divanın ucuna her an kalkıp gidecekmiş gibi oturmuştu; donuk bakışlarla etrafı incelerken bir yandan dudaklarını kemiriyordu. Eski günler ne zaman aklıma gelse onu hep böyle sıkıntılı bir düşüncenin pençesinde kıvranırken hatırlıyorum: Renkli, iri gözlerini tavana diker ve derisi kızarıncaya dek burnunu kaşıyıp dururdu.
Oyunculuğun ilk yıllarında, şehrin ücra bir köşesinde, adamakıllı kapanmayan mutfak camı yüzünden içerisinin yaz kış estiği bir daire kiralamıştık. Kışın yağmurun dövdüğü ince duvarlar ardında, üstümüze yorganları çekip sabaha dek geçmeyen bir ürpertiyle karanlıkta otururduk. İçimizi ısıtan tek şey kahveydi; biraz paramız olduğunda viskiyle karıştırıp içerdik. İşi seri üretime dökmüş bir belediye tiyatrosunda çalışıyorduk; ikimiz de aynı ekipteydik. Haftanın beş günü düşük bütçeli yapımlarda rol alıyorduk. En azından öldürmeyen bir maaşımız vardı. Sabah erkenden azimle kalkar, defalarca prova ettiğimiz oyunun üstünden bir kez daha geçerdik. Hayallerin karnımızı doyurduğu zamanlardı. O zamanlar böyleydi işte.
O ılık mayıs gecesi, üç numara kesilmiş saçları ve temiz, tıraşlı yüzüyle karşımda oturuyordu. Kadehindeki son yudumu da kafasına dikip yüzünü ekşitti. Şarabını tazeledim. Kısa dönem askerliğini yaptığı Erzincan’dan döneli bir ay olmuştu. Şehir merkezindeki bir otelde kalıyordu. Bir akşam, eskiden birlikte gittiğimiz sokak lokantasında yemek yerken beni aramaya karar vermişti. Biz eski dosttuk, öyle diyordu. Haklıydı. Anlattığına göre askerde onu kantine vermişlerdi; günün büyük bir bölümü boş geçiyordu. Şu ucuz polisiye romanlarından çok okumuştu orda; ama son zamanlarda Mesnevi’ye merak sarmıştı. Bölükteki çocuklardan biri, altı ciltlik iyi bir tercümesini ona armağan etmişti.
“İnsan kendiyle baş başa kalıyor, varlığının derinlerine inecek zamanı oluyor. Her şeyi bırak, sadece dürüst kararlar almak için bile çok doğru bir yer.”
“Doğrudur. Ama keşke gitmeden önce bir haber verseydin.”
Aslında neden aramadığını biliyordum. Yaşadığımız tatsız bir hadise yüzünden uzun süredir konuşmuyorduk. Geçen sezon rol aldığım dizinin setine bir gün onu da götürmek etmiştim. O sıralar ruh hali pekiyi değildi, evden dışarı adımını atmıyordu. Bir sinema filmi için katıldığı son deneme çekimi de diğerleri gibi başarısız geçmişti. Bu yüzden yönetmeni suçluyordu; ona göre çoğu at gözlüklüydü. Kendisi karaktere farklı bir açıdan yaklaşmış ve yeni bir şeyler denemek istemişti; ama onlar buna açık değillerdi. Bu konudaki gayretini hep takdir ettim. Kendisini dönüştürmeyi seven biriydi. Bir karaktere çalışırken ilkin fiziğiyle oynar, karakterin adımlarını ve sesini keşfetmeye çalışırdı. Bir keresinde kendini banyoya kilitleyip yere cenin pozisyonunda yatmış, saatlerce tek bir repliği tekrarlamıştı. Bunun, banyoda başından geçen bir çocukluk anısının hissiyatını yeniden yarattığını ve sahnesi için çok önemli olduğunu söylemişti.
Onun oyunculuk metotlarıyla kafayı bozduğu, benimse aşık olduğum bir dönemdi. Yeni bir ilişkiye başlamıştım; aklımı başımdan alan bir kızla birlikteydim. Bütün günü, tozpembe bir dünyanın içinde sevişerek geçiriyorduk. Kız arkadaşımı onunla tanıştırmaya çok çalıştım; ama o hep bir bahane buldu. Kendi ilişkilerini de elinden geldiğince gizli yürütürdü. Şimdiye kadar birlikte olduğu bütün kadınları yalnızca ismen tanıyordum. Böyle gizemli tarafları hep canımı sıkardı.
Ben setin yoğun programı yüzünden tiyatroyu bırakmıştım. Onun da canına tak etmişti; kafenin birinde garsonluk yapıyordu. Neredeyse son bir ayı kızın evinde geçirmiştim; setten çıkar çıkmaz soluğu yanında alıyordum. Ona karşı ne zamandır ayıp ettiğimi düşünüp aradığımda bana şu talihsiz deneme çekiminden bahsetti. Ben de sete ziyarete gelmesi konusunda onu ikna ettim. Böyle bir değişikliğin ona iyi geleceğini düşünmüştüm.
Ama umduğum gibi olmadı. Bütün gün karavanda, sektörün sahte nezaketinden ve ikiyüzlü oluşundan dem vurunca diğer oyuncuları huzursuz etti. Ağzı leş gibi alkol kokuyordu; kibrit çaksam tutuşacaktı. Devasa kameralardan ve kablo yığınlarından ibaret olan bu heybetin dürüstlükten yoksun olduğunu, gerçeğe ihanet ettiğini haykırdı. Delirmiş gibiydi. Açılması için ona kahve getirdim; ama o bardağı savurup içindekini yardımcı oyunculardan birinin üstüne dökünce iş çığırından çıktı. Kopan yaygara herkesin dikkatini çekmişti. Yönetmen onu setten kovdu; ben de herkesin önünde sağlam bir azar işittim. İşimi kaybedeceğim diye çok korkmuştum. Aynı akşam evde büyük bir kavgaya tutuştuk. Bana bir köpek gibi hırladı ve gevşeğin teki olduğumu, biraz sertleşmek istiyorsam kendimi sevgilimin kollarına atmam gerektiğini söyledi. Bu laf canımı yakmıştı. Sert bir yumrukla onu yere serdim. Bir daha hiç görüşmedik.
“Senin diziyi askerde çok izledim. Bölüktekiler hastasıydı.”
“Nasıl peki? Beğendin mi?”
“Dizi rezalet. Ama sen iyisin. Baya iyisin. Beğendim.”
Reytingleri çok yüksek olan bir diziye yeni sezonunda dahil olmuştum. Varoşlarda geçen bir suç öyküsüydü; eşcinsel bir torbacıyı canlandırıyordum. Kariyerim açısından değerli bir basamaktı.
“Çalıştığın bir oyuncu koçu var mı?”
“Hayır, yok.”
“İyi, iyi…”
Gözlerindeki çocuksu ışıltıyı biz onunla görüşmeyi kesmeden çok öncesinde yitirmişti bile; ama bir şeyleri onaylamadığında takındığı alaycı tebessüm yüzüne yapışmış gibiydi. Yine aynı küçümsemeyle duvarda asılı duran tabloyu işaret etti. Bosch’un ‘Dünyevi Zevkler Bahçesi’ isimli eserinin bir röprodüksiyonuydu. Yanına gidip yakından baktı.
“Resme mi merak sardın?”
“Benim değil aslında. Bir arkadaşımın.”
Tablo, evi paylaştığım kıza aitti; ama Adil’e bu konuyu açmaya hiç niyetim yoktu. Hüsranla biten son ilişkimden üç ay sonra bir arkadaş ortamında tanışmıştık. Bir süredir birlikte yaşıyorduk, kız resim bölümünden mezundu. Yakınlarda açılışını yapacağı kişisel sergisinin son hazırlıklarıyla meşguldü. Beni arayıp geceyi atölyede geçireceğini söylediğinde açıkçası rahatlamıştım. İkisini tanıştırmak doğru olmayacaktı.
“Bu adamın cehennem tasvirlerini çok seviyorum. İncelerken ayrıntıların içinde kaybolup gidiyorsun. Mesela şuradaki günahkarların arasında, kıçında bazı müzik notaları yazan biri var. Birkaç sene evvel biri bunu keşfedip piyanoyla çalmıştı. Belki de bu yüzden seviyorumdur. İçinde gerçek bir şeyler olduğu için.”
“Gerçeklikten kastın ne?”
“Bilmem. Yani o notalar ta Rönesans’tan bugüne geliyor, anladın mı? Sonra biri çıkıp bunu müziğe döküyor ve beş yüz yıllık resim birden konuşmaya başlıyor. Beş yüz yıllık bir cehennem melodisi; ressamın zihninde çalan, onun duyduğu ya da hissettiği bir şey…”
“Bahsettiğin şey dürüstlük, öyle değil mi?”
“Evet, belki de. Bak hemen anladın.”
“Hatırlıyorum çünkü. Sanatçı her şeyden önce dürüst olmalı derdin.”
“Evet. Ama o zamanlar kendime karşı pek dürüst değildim. Artık bir şeyler yapmaya karar verdim.”
“Güzel. Aklında ne var? Merak ettim.”
Ölü bakışları bir an için coşkuyla parıldadı:
“Dürüst bir şeyler…”
Ve bana tiyatroya dönme kararından bahsetti. Yeni bir ekibe dahil olmuştu; aralarında ortak arkadaşlarımız da vardı. Oyun, aşık olduğu kadını git gide takıntı haline getiren ve sonunda mecnuna dönüp aklını yitiren varlıklı bir adam hakkındaydı. Tam da tahmin ettiğim gibi bu karakteri Adil oynayacaktı. Kendisini meşakkatli bir prova sürecinin beklediğini söyledi; sezonun başlamasına az bir süre kalmıştı. Ama keyfi yerindeydi. Sanki yeniden doğmuşum gibi, dedi. Aldığım her nefes ciğerlerimi yakıyor. Belliydi. Belki gözleri hala eski ışıltısından yoksundu ama yüzü gülüyordu. Onun adına sevinmiştim. Eski dostumun vazgeçmediğini görmek beni mutlu etmişti.
Bütün gece oyun üzerine konuştuk; daha doğrusu Adil durmak bilmeyen bir iştahla anlattı, ben dinledim. Evden ayrıldığında gecenin üçü olmuştu. Kapıda bana sarılıp fikirlerimi çok önemsediğini, bu yüzden mutlaka provalara gelip kendisini izlemem gerektiğini söyledi. Ona söz verdim. Omzumu içtenlikle sıkıp kendime dikkat etmemi tembihledi ve hızla sokak kapısından çıkıp karanlığa karıştı. Gözden yitinceye dek ardından baktım. Sanki o gece, ikimiz de bir daha görüşmeyeceğimizi biliyor gibiydik.
Öyle de olmuştu. Haftanın dört günü setteydim; çekimler bütün günümü alıyordu. Boş olan vakitlerimde ise sallantıda olan ilişkimi kurtarmakla meşguldüm. Set yüzünden sergi açılışını kaçırmıştım; bu yüzden aramız bozuktu. Ne Adil ne de onun oyun provası aklımın ucundan bile geçmiyordu. Bu koşuşturmalı günlerin birinde, Taksim metrosunun önünde onu gördüğümü sandım. Gömleğinin ucunu pantolonun içine sokuşturmuş hafif kambur bir adam metronun merdivenlerinden iniyordu. Üç numara saç tıraşı ve dar omuzlarıyla arkadan Adil’in aynısıydı. Seslendim, bir an duraksar gibi oldu; ama sonra hızla kalabalığa karıştı. Yüzünü görememiştim. Yanıldığımı düşünüp arkasından gitmedim.
Görüşmeyeli üç ay olmuştu. Ara sıra aklıma gelse bile aramak hiç içimden gelmiyordu. Zaten yoğun bir programım vardı; ayrıca o da aramamıştı. İşte böyle türlü bahanelerle kendimi kandırıyordum. Bir gün setten arkadaşlarla Kadıköy’de bir barda oturup içmiştik. Tuvalete gitmek için yerimden kalktığımda, mekanın duvarlarına asılmış afişlerin arasında bir isim dikkatimi çekti. Adil’in bahsettiği oyunun adıydı; kırmızı arka planın üzerindeki illüstrasyonda, yüzü eriyen bir adam resmedilmişti: Gözleri, kaşları, burnu ve hatta ağzı şekilsiz bir biçimde boşluğa doğru akıp gidiyordu. Afişin en üstüne büyük, siyah harflerle yazılmıştı: ÇÖKÜŞ. Hemen en altta oyuncuların isimlerinin yazdığı kısma göz attım; ama sevincim kursağımda kaldı. Belki gözümden kaçmıştır diye boş bir ümitle defalarca baktım; ta ki artık isminin orda yazmadığına ikna olana dek. O zaman bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım. Eve gidince onu aramaya karar verdim.
Aradığımda karşıma çıkan bir ses artık bu numaranın kullanılmadığını söyledi. Endişelenmiştim. Ne yapacağımı, kime soracağımı bilemedim. Ailesinden kimseyi tanımıyordum. Aklıma oyunun yönetmeni geldi. İkimizin ortak arkadaşıydı; belediye tiyatrosunda birlikte çalışmıştık. Aradım; uykulu bir ses telefona cevap verdi. Saatin geç olduğunu bildiğimi fakat Adil’den haber alamadığımı söyledim. Bana mesafeli bir tonla nerede olduğunu bilmediğini, işin aslı bunun umurunda bile olmadığını söyledi. Sonra her şeyi anlattı. Adil’i prova döneminde oyundan çıkarmak zorunda kalmıştı. Kendini gereksiz bir şekilde role kaptırdığını söylüyordu. Tüm ekibi zıvanadan çıkarmıştı. Oyunda, abayı fena halde yaktığı kadını oynayan partnerini geceleri telefonuna attığı aşk mesajlarıyla rahatsız etmişti; ama asıl sorun kızı bir prova çıkışında evine kadar takip ettiğinde başlamıştı. Kızın anlattığına göre sabaha kadar apartmanın önünde beklemişti. Yönetmen onu kenara çekip sert bir dille uyarmış, eğer taşkınlık yapmaya devam ederse ekipten kovulacağını söylemişti; ama Adil boş durmamıştı. Bir gün, prova aldıkları sahnenin kulisinde kızı dudağından öpmeye kalkınca kıçına tekmeyi yemişti.
Bu çocukça saçmalıkları yarı mahcup yarı kızgın bir halde dinledim. Çok öfkelenmiştim. Yine her zamanki abartılı tutkusu yüzünden bir işi daha eline yüzüne bulaştırmıştı. Açıkçası hak etmişti; onun için üzülmeye değmezdi. Böylece bu konuya daha fazla kafa yormayı bıraktım. Unuttum gitti.
Yoğun ve stresli bir dokuz ayın sonunda dizi sezon finali yapıyordu. İstanbul’un sevimsiz kışlarından birini daha geride bırakmıştık. Keyfim yerindeydi. Bir akşam tüm ekip şık bir mekanda toplandık; yapımcıdan kostüm asistanına kadar herkes oradaydı. Herkesin yüzü gülüyordu. Yemekte gururla reytinglerde gösterdiğimiz başarıdan dem vurduk ve bolca içtik. Bunu hak etmiştik.
Mekandan çıktığımızda saat gece yarısına geliyordu. Ekipten bazılarıyla sakin bir meyhaneye geçip eğlenceye orda devam edecektik. Hep beraber bir taksiye atlayıp Cihangir’in dar sokaklarından Taksim’e doğru sürdük. Köşede açık bir tekel bayii gördüğümde taksiciye kenara çekmesini söyledim. Sigaram bitmişti. Araçtan inip koşar adım dükkana yöneldim; ancak içeri girerken hemen yanı başımdan gelen bir ses beni kapının eşiğine mıhladı, bir anda bütün vücudum buz kesti. İçten içe biliyordum, karşılaşacağımız günü zihnimde birçok kez prova etmiştim; ama yine de onu böyle bulacağımı hiç düşünmemiştim. Bakışları bile farklıydı. Değişmişti. Onu tanımasam karşımdakinin Adil değil de oyundaki karakterinin ta kendisi olduğuna inanacaktım. Yanık teninden alkolle karışık keskin bir sidik kokusu geliyordu. Üstüne eski püskü kadife bir ceket giymişti; yırtık cepleri yanlardan sarkıyordu. İçindeki yağ lekeleriyle kaplı gri atlet vücuduna yapışmıştı. Altında diz kapakları yıpranmış paçavradan bir pantolon, ayaklarında ise yırtık bez ayakkabılar vardı. Bana eski dostum diye seslenmişti. Dükkandan dışarı vuran beyaz ışığın altında çelimsiz bir fidan gibi dikiliyordu. Yüzü yara bere içindeydi; saçı sakalı birbirine karışmış, yanakları içine göçmüştü. Yitik bir ayyaştan farksızdı. En acısıysa gözlerindeki yakaran ifadeydi; bir kuyunun dibinden ışığı görmeye çalışır gibi kocaman açmış, yalvarırcasına bakıyordu. Elindeki şarap şişesini kafa hizasında tutup salladı.
“Bunu görüyor musun kardeşim? Yüreğimdeki yangına iyi geliyor.”
“Adil…”
Nefesim boğazıma düğümlendi, kelimeler dilimde boğuldu ve sesim soldu.
Sustum.
“Karanlık beni tepeden tırnağa korkutuyor kardeşim. Aklımı çelecek diye ödüm kopuyor. Ama göreceksin! Yüreğimdeki bu yangın yeri beni aydınlığa kavuşturacak! Göreceksin!”
Tutamadım; içimde büyüyen bir azap usulca aktı gözlerimden, yanaklarıma değdi. O zaman, elini omzuma koyup bir anne şefkatiyle konuştu benimle:
“Sakın üzme kendini. Bak ben hiç olmadığım kadar iyiyim. Görmüyor musun? İçinde kaybolduğum bu efsunlu sevda beni anamın kolları gibi sarıp sarmaladı. Bana en güzel yüzüyle gülümsedi. En müşfik sesiyle konuştu benimle. Ve en tatlı, en günahsız öpücüğüyle adını kalbime mühürledi. İnan bana ateşiyle yanıp kül olana dek ona sadık kalacağım!”
Gözlerinde son bir zeka parıltısı görmek adına yalvarırcasına baktım; ama o başını öne eğip buz gibi bir sesle mırıldandı:
“Denedim kardeşim. Beni bilirsin işte, denedim. Şimdi son kez… Hoşça kal.”
Bu son sözler, hayatı boyunca dürüstlüğe inanmış onurlu bir adama, bir zamanlar çok iyi tanıdığım eski bir dosta aitti. Sonra aynı adam bir anda, çatlak sesi ve nezleli bakışlarıyla serseri kılığına yeniden büründü; yüreğini dağlayan aşkı haykırarak gecenin içinde yitip gitti.
Adil, rolüne sadık kalmıştı.
Ekin Gökgöz
Teşekkürler, değerli yorumun için.
Güzeldi. Olay akışı sıkmıyor , yalnız ortam betimlemeleri güçlendirilebilir diye düşünüyorum. Çalışmalarınızın devamını görmek dileğiyle.