Duvarları kaba saba, koca bıyıklı ve iri adamlarca örülmüş N.hastanesinde büyük merasim için hazırlıklar bitmişti. Hastanenin bahçesinde sigara içiyordum. Saate baktım öğlen olmuştu. Sigarayı söndürüp, yemekhanenin çelikten yapılmış geniş ve büyük kapısına doğru yürümeye başladım. Kapıya gelince durdum. İçeride provadaki günlerden kalan sessizlikten daha derin bir sessizlik vardı. Üstelik merasimde temsilcilerden biri de bendim. Yavaş adımlarla içeriye doğru yürümeye başladım. Yemek dağıtılan bölüme geldiğimde:
–
Bugünkü karavanacılar ayağa kalksın ve hiç ses çıkarmadan tek sıra halinde kazanların bulunduğu yere gelsin dedim.
Kimse ses çıkarmadan sıraya geçip kendi bölümlerine yetecek kadar yemek aldıktan sonra yerlerine geçtiler.
–
Yemekleri dağıtın, dedim.
Yemekler dağıtıldı. Herkes benim ağzımdan çıkacak “yemeğe başlayabilirsiniz” komutunu bekliyordu. Provalarda açlığa dayanamayan hastalar, onlara uygun başka bölüme alınmıştı çünkü büyük merasimde provalardaki görülen aksaklıkların olmaması gerekiyordu. Bu yüzden zaman ve komutları öyle bir ayarlamalıydım ki hastalara ve bana zarar gelmemeliydi. Bunu becerebilmek oldukça zordu çünkü konuşmaların kısıtlı olmasından dolayı hem hastalara ne kadar aç olduklarını sormamam hem de açlığa ne kadar daha tahammül edebileceklerini hesaplayabilmem gerekiyordu. Bunun için provalarda kendimce yöntemler geliştirdim. Başlarda hastaların yüz ifadelerine baktım ama yüz ifadelerinden açlıklarını anlamak imkânsızdı. Bir ara elleri dikkatimi çekti, gerçekten ölecek derece aç olanların elleri titriyordu. Büyük merasim için bize verilen en güzel hediye bu gibi küçük şeyleri kendimizin keşfedebilmesiydi.
Provalarda görevim hastaları yönlendirmek ve onlara komutlar vermekti. Büyük merasimde ise temsilcilere –ki merasimlerin belli bir zamanı yoktu- yüklenen daha büyük bir görev vardı. Bu konuda bizlere detaylı bir bilgi verilmedi. Bildiğim tek şey bana konuşmam için söz hakkı verilecekti. Tüm bildiğim bundan ibaretti. Bu konuda tüm ip ipuçlarını değerlendirmem gerektiği konusunda elime kapalı bir zarfta yazı ulaştığında tüm yeteneklerimi ve hislerimi kullanarak detaylı bir araştırmaya girdim. Büyük merasim için provalar nasıl ki belli bir düzen çerçevesinde yapılıyorsa söyleyeceğim sözün de belli bir çerçevesi olacağını biliyordum. Büyük merasime hazırlanırken yaptığımız provalar tüm merasimde olacakları kapsamıyordu. Biz yalnızca bir bölümüne kadar yapacağımız şeyi biliyorduk ayrıca görevimiz dışında hiçbir bilgimiz yoktu. Küçük bir hata ya da aksaklık tüm merasimi mahvedebilir ve tüm her şeyin baştan başlamasına sebep olabilirdi. Hepimiz bunun farkındaydık.
Provaların tersine bugün diğerlerinden farklı bir gündü çünkü içimi kemiren oldukça garip bir his vardı. Bunun iyiye işaret olmadığını biliyordum ama bunun neyle ilgili olduğunu sezemiyordum. İlk defa içime bir şüphe düştü ve kendime karşı güvensizlik hissettim. Sanki merasimde istemediğim bir talihsizlikle karşılaşacaktım. Bugünü erteleyebilmek isterdim ama bunun imkansız olduğunu biliyordum. Bugün ertelenirse gelecek de ertelenecekti ve sıkı sıkıya sarıldığımız düzen birden kaybolacaktı.
Kafamda bunlar dönüp dururken hastalardan biri:
–
Efendim, yemeğe başlayalım mı, dedi.
–
Biraz sabredin ve komutumu bekleyin, diye kestirdim.
Bu yalnızca yemek yeme isteği değildi, bu bana hasta tarafından yapılmış bir uyarıydı ki bunu provalarda çokça duyduğumdan alışmıştım. Uyarısında her hangi bir art niyet yoktu buna emindim. Aslında hastalar benim komutum olmadan da yemeğe başlayabilirlerdi ama bir kez komuta uymadıklarında benim tüm sorumluluğum düşerdi. Büyük merasimdeki görevim tamamlamış olarak kabul edilir ve yalnızca bana verilecek sözümü söylemek için büyük merasimde olurdum.
Bu arada yemekhanenin içinde dönüp duruyordum. Kafamdaki düşünceler beni masaların arasında sürükleyip durdu ta ki yemekhanenin ortasında bulunan telefon çalana kadar. Telefonu açıp açmama konusunda tereddüt etsem de alışkın olduğum üzere ellerim hiç tereddütsüz ahizeyi kaldırdı. Telefon karşı yemekhanenin temsilcisinden geliyordu. Aramızda her zamanki konuşmamız geçti. Bana hazır mısınız, dedi. Hazırız deyip, telefonu kapattım. Saate baktım hemen yan taraftaki diğer temsilciyi aradım.
Bu arada hastalar yemeklerini yiyorlardı. Özel günlerde temsilcilerin yemek yemesi yasaktı, masaya oturmam gibi. Görevlilerden birinden su istedim. Suyu içtikten sonra:
–
Yemeklerinizi bitirince herkes tek sıra halinde yemekhanenin önüne çıksın ve sessiz bir şekilde beklesin dedim.
–
Peki efendim, sözünü duyduktan sonra yemekhanenin dışına çıktım.
Sigaramı çıkardım yaktım. Yağmur da hafiften çiselemeye başlamıştı. Ne güzel bir gün diye düşündüm ama içimdeki tuhaf duygu hala duruyordu. Bu arada tüm temsilciler merasim yerinde toplandık. Herkesin ağzında sigara vardı ve üzerlerinde beyaz bir önlük. Tüm hastalar yemekhaneden dışarı çıkınca merasim yerine doğru
yürümeye başladı.
Merasim yerinde hiçbir canlı görünmüyordu ama kısa bir süre sonra adım atacak yer kalmayacaktı. Büyük hoparlörler dört bir tarafa döşenmiş, hastaların merasim boyunca oturacakları koltuklara renkli minderler konmuş, dört bir tarafa hastanenin flamaları yerleştirilmişti. Renk renk balonlara hastaların isimleri yazılıp etrafa bırakılmıştı. N.hastanesinin büyük ve korkutucu görüntüsü kaybolup gitmişti. Bundan sonrası provalar dışında gelişen olaylardan ibaret olacaktı, zaman onu gösteriyordu.
Benim için ayrılmış olan çubuk şeklinde çerçevelenmiş küçük bir kafese girdim. Bu kafesi provalarda hiç görmemiştim. Kafes bir metre uzunlukta ve iki metre boyundaydı. Kafesin altında yani ayaklarımı bastığım ve kafamın dayandığı yukarı kısım gümüşten levhaydı. İki levha küçük sütün gibi demirliklerden birbirine tutturulmuş dışardan bakıldığında kuş kafesini andırıyordu. İki görevli geldi ve kafesin kapısını kilitledi. Üzerimdeki önlük dahil olmak üzere her şeyi çıkardım. Kafesten sorumlu iki görevliye teslim ettim. Bu arada büyük bir iş makinesi kafeslerin olduğu yere doğru geliyordu. Hoparlörlerden hastaların konuşabileceği; kafestekilerin ise sessizliği koruması anonsu yapıldı. Kafesimden sorumlu iki görevli benim de duyacağım şekilde birbiriyle konuşmaya başladı. Hastalar istedikleri takdirde tanımadıkları hastaların arasına katılıp konuşmalarını dinleyebiliyordu, ama görevli olmamak şartıyla.
İş makinesi kafese yaklaşınca görevlilerin yardımıyla kafesim iş makinesine sıkı ve kalın bir zincirle bağlandı. İş makinesi kafesimi yüksekteki kuleye doğru kaldırmaya başladı. Şimdiye kadar yaptığım hiçbir provada heyecanlanmamış olan bende bu durum üzücü bir hal almaya başladı. Korkmuştum ama üzüldüğümden değil merasimin yarıda kalacağından çünkü içimdeki tuhaf duygu bir türlü kaybolmamıştı. Kulede görevliler iş makinesine bağlanmış kafesimi çözüp kuleye çektiler. Aynı şeyi diğer kafesler için de yapıp kuleden ayrıldılar.
Kulede yalnızca temsilci olan tam tamına on iki kişi kaldık. Birbirimizin kafasından başka yerini göremiyorduk çünkü kulede on iki bölmeye ayrılmış büyük bir zindanın bölümlerindeydik. Her birimizin odasında merasim alanını canlı olarak aktaran televizyonlar bulunuyordu. Hastalar da bizi bahçedeki büyük bir ekran üzerinden
seyrediyorlardı.
Hastalarla aramızda yabancılık çekmiyorduk çünkü daha merasim başlamadan hepimiz aynı yemekhanedeydik fakat kulede bu zindanın içinde onlara yüksekten bakmak biraz canımı sıkmıştı çünkü onların arasında gezinmek belki de daha güzel olurdu, diye içimden geçirdim. Ellerimi kullanamadığımdan gözlerim ve yüzümle bir şeyler söylemek istiyordum. Onların bilmedikleri öğrenmek için canlarını bile verecekleri bir şeyleri bildiğimi düşündüklerinden emindim ama aslında şu ana kadar onlar ne biliyorsa ben de aynı şeyleri biliyordum. Bir yandan düşünüyor bir yandan da anonsa kulak veriyordum, en ufak hata tüm her şeyi mahvedebilirdi ve merasimin bu aşamasında yaşanan küçük bir aksaklık nelere mal olacağını hiç kimse bilmiyordu.
Doktorlar sahneye çıktığında hastanenin bahçesi önemli bir maç için toplanmış kalabalığı andırıyordu. Doktorların herbiri hastaneye özel araçlarla ve peşisıra gelmişti. Üzerlerinde bembeyaz önlük, ellerinde eldiven ve tanınmamak için yüzlerinde gözlerini ve ağızlarını kapatmayacak biçimde birer maske vardı. Hemen hepsi hastaları ürkütecek kadar iri yarı görünüyordu. Araçtan indikten sonra iki sıra halinde, sayabildiğim kadarıyla on iki doktor, kalabalığı yararak kuleye doğru yürümeye başladı. Kulenin önüne geldiklerinde durdular. O arada tekrar anons yapılmaya başlandı:
–
Tüm hastalar doktorların önünde diz çöksün. Merasime dayanamayacak hastalar varsa ayakta kalsın.
Korkudan mı bilinmez hiçbir hasta ayakta kalmadı. Herkes diz çöktüğünde doktorlar kulenin önündeki geniş masada yerlerini aldılar. Masanın üzerinde siyah bir örtü vardı ama ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu. Bu arada anons ara vermeden devam ediyordu:
–
Kulede bulunan temsilcilerden bir nolu zindanda bulunan merasim için son hazırlarını yapsın.
Ben üç numaralı zindandaydım. Televizyondan bahçedeki hastaların telaş içinde sigara içişlerini izliyordum ama bir numaralı zindanda bulunan temsilciyi göremiyordum ve nasıl bir hazırlık yaptığı konusunda hiçbir fikrim yoktu. Zaman geçmek bilmiyordu. İyice heyecanlanmıştım çünkü başıma ne geleceğinden haberim yoktu. Çırılçıplaktım. Herşeyim ortadaydı. Buna oldukça canım sıkılıyordu. Başta ellerimle penisimi kapatmaya çalıştımsa da sonradan bırakmak zorunda kaldım. İnsan bu durumda önce utanıyor çünkü herkesten saklanan bir şeyin diğerleri tarafından görüldüğünde saklanan şey adam akıllı sorgulanıyor ama sonradan gururu yavaş yavaş kırıldıkça bu durum gayet normal olmaya başlıyor.
Bunları düşünürken bir numaradaki zindandan kafesin içine yerleştirilmiş temsilcinin görüntüsü televizyona yansıdı. Temsilcinin üzerinde beyaz bir takım elbise vardı. Temsilciyi hastaneden tanıyordum. Hastaneye benden önce girmişti ve henüz bir yıldır hastanedeydi. İsmini söylemişti ama hatırlamıyordum. Anımsadığım kadarıyla özel bir şirkette yöneticiymiş. Bunun dışında pek bir şey bilmiyordum. Zaten, hastanede hastalar birbiri hakkında detaylı bir bilgiye ulaşamazlar.
Kafes bahçeye indiğinde kimi hasta sıcaktan bayılacak derece bunalmıştı çünkü vakit tam öğleydi ama kimse bu anı kaçırmak istemediğinden herkesin gözü temsilci ve masada oturan doktorlardaydı. Kafesin kapısı hastane görevlilerince açıldı. Temsilci şaşırmışa benziyordu. Birkaç saniye ne yapacağını bilemedi. Sonradan kafesten çıktı. İki görevli temsilcinin koluna girip onu doktorların tam karşısına dikti. Televizyonu dikkatli bir şekilde dinliyordum. Başıma ne geleceği artık yavaş yavaş belli olmaya başlamıştı. Ben de beyaz bir takım elbise giyip doktorların karşısına çıkacaktım.
Bir numaralı temsilci doktorların karşına geldiğinde başını hafif eğip selam verdi. Masada ortada oturan doktor:
–
Temsilciye bir sandalye getirin, dedi.
Sandalye geldikten sonra temsilci sandalyeye oturtuldu. Doktorlardan biri:
–
Hoş geldiniz. Nasılsınız?
–
Teşekkürler doktor bey gayet iyiyim.
–
Heyecanlı gibisin.
–
Biraz heyecan var. Daha önce böyle bir merasimde bulunmamıştım.
–
Adın ne senin?
–
Bay Z efendim.
–
Neden burada olduğunu biliyor musun?
–
Hayır efendim.
Başka bir doktor söze karıştı:
–
Bay Z söyleyeceğim cümleleri tamamlamanı istiyorum.
–
Peki efendim.
–
Damlaya damlaya…
–
Başıma kalmayan gelmedi.
–
Üzüm üzüme baka baka…
–
Efendim üzüm üzüme nasıl bakar?
–
Senden istediğim yalnızca cümleleri tamamlaman.
–
Peki efendim.
–
Üzüm üzüme baka baka…
–
Aklıma bir şey gelmiyor efendim.
Soruları duydukça seviniyordum çünkü çok kolaydılar. Keşke, dedim bana böyle soru sorsalar. Doktor sorularını tamamlayınca başka bir doktor:
–
İsmin ne senin?
–
Bay Z efendim.
–
Hastanede olmak hoşuna gidiyor mu?
–
Hiç hoşuma gitmiyor.
–
Halinden memnun değilsin öyleyse.
–
Halimden memnunum ama sigara ve içki bulamıyorum.
–
İçkinin yasak olduğunu bilmiyor musun?
–
Siz içki içiyor musunuz?
–
Soruları yalnızca ben sorarım.
–
Anladım doktor bey.
–
Kaç yaşındasın?
–
38 yaşındayım.
–
Evli misin?
–
Evliydim ama başıma gelen talihsiz olay yüzünden boşanmak zorunda kaldım. Eşimle hala görüşüyor…
–
Yalnızca sorulara cevap ver.
–
Evli misin?
–
Boşandım.
–
Çocuğun var mı?
–
2 çocuğum var. Biri erkek bir kız.
–
Yalnızca sorduğum soruya cevap ver. Hangi ilaçları kullanıyorsun?
–
Bilmiyorum efendim.
–
Hastalığının ismini biliyor musun?
–
Şizofrenmişim.
Bay Z aynı benim gibi şizofrenmiş. Bunu duyunca üzüldüm. Önce duygulandım sonra ağlayacak gibi oldum ama kendimi tutmasını bildim. Televizyondan an ve an ne konuştuktuklarını duyabiliyordum. Bunları düşünürken doktorlardan en iri yarı olanı:
–
Bay Z, dedi, burada bulunmanın nedeni senin hastaneden çıkış yapabilmen için yeterince iyileştiğini kontrol etmek. Gerçekten iyi olduğunu düşünüyor musun?
–
Evet efendim, gerçekten iyiyim.
Bay Z bunları söylerken çok heyecanlanmıştı çünkü hastaneden en çok çıkmak isteyen oydu. Bunun için çeşitli yollar denediğini duymuştum. Sordukları sorular o kadar basitti ki acaba bunlara göre mi karar vereceklerini düşünürken en sağda oturan doktor Bay Z nin başında bekleyen iki görevliye seslendi:
–
Bay Z’nin hastanede sergilediği garip davranışlar var mı?
–
Bazı davranışları vardı efendim.
–
Ne gibi?
–
Hastaneden kaçmaya çalışmıştı.
–
Video kayıtları var mı?
Bay Z bunları duyunca omuzları çöktü. Görevlilere saldırmak ister gibi hali vardı. Hastaneden kaçma girişimde bulunduğunu ben de duymuştum. Bu arada video kayıtları televizyonlardan aktarılmaya başlandı. Video onun hastane kapısına doğru sanki bir adamın peşinden koştuğunu gösteriyordu. Sonra kapıda bulunan askerle oldukça komik diyaloglarını televizyondan duydum. Nerdeyse bir saat boyunca Bay Z nin kaçma macerasını izledikten sonra doktorlardan başka biri:
–
Bay Z bunlara ne diyeceksin?
Bay Z doktora baktı. Dönüp hastanede bulunan hastalara da baktı ama konuşmadı. Bir kez daha çıkma hayallerinin boşa çıktığını düşünüyor gibiydi. Sonunda:
–
Kaçmaya çalıştım ama bu hasta olduğum anlamına gelmez ki?
–
Demek kaçmaya çalıştın ve kurallara uymadın.
–
Sizin kurallarınızı tanıyorum.
Bay Z iyice sinirlenmişti. Temsilci olmak için tüm ilişkilerini kullanmış olan Bay Z yine de hastaneden çıkamayacaktı buna adım gibi emindim. Birazdan sahneye ben çıkacaktım…
Ali Akkoç
Görsel: fenafikirdegil.com
<3 absürdizmin zirvelerinden. Saygılar!