Bir Filistinli, bir Hollandalı, bir de Türk Hürriyet mahallesinde çay içiyorlarmış; aslında bütün yazı bundan ibaret.
Geçen aylarda Hollandalı bir arkadaşım film festivali maksadıyla beni ziyarete geldi. Birkaç gün beraber takıldık, o İstanbul’u ne kadar sevdiğini söyledi ben de İstanbul’un akbil şiirselliğinden son Arnavut kaldırımına kadar küfürle eşlik ettim. Süratli bir İstanbul macerasının son sabahında Hürriyet mahallesindeki işkembe kokan fakat işkembe satmadığını ısrarla iddia eden bir lokantada kahvaltı ediyorduk. Hollandalı arkadaş –hadi adı Leonardo olsun- İsrailli genç bir yönetmenle festival gezisinde sohbet ediyorladı. (Ölü Bölge’de hayli ucuz bir üniversitede sinema okumuş.) Leo’nun baba tarafında yahudi kökleri var ama kendi müslümanlığı seçmiş, doğal bir yaklaşımla birbirini henüz tanıyan iki genç sanatçı, memleket meselesi olduğu üzere muhabbeti en sonunda İsrail-Filistin olayına getirmişler. (‘Sorun’ diye kullanacağım sözcük bu kadar kanlı ve uzun bir olayın reçel kavanozu açamamakla aynı fiil ile anılması bu yazının içeriği açısından şu an pek olmuyor.) Leo önce bana gezide tanıştığı Fransa’da yaşayan Lübnanlı bir genç kadının görüşlerini dinlediğini söyledi. Kadın Filistin’de olanların katliam dışında bir sözcükle nitelenemeyeceğini söylemiş. Leo Lübnanlının pek hoşsohbet olmamakla beraber kendini ifade etmek için yeteri kadar İngilizcesi olmadığını da ekleyerek doğal olarak İsrailli’yi daha iyi anladığını söyledi. İkinci ince belliden ağır yudumlar alırken içimden bu konuşmanın gideceği yerin beni gerdiğini fark ettim.
Leo akıllıca bir hareketle tüm bu ‘çatışmaların’ haksız bir yanı olduğunu söyleyerek konuşmasına devam etti. İsrail’in icat etmediği ancak lügatimizde durmasına izin verdiği ‘tanklara karşı sapanlar’ deyimini itinayla tekrarlayarak ortadaki haksızlığı anlattı Leo. İsrailli genç de orada yaşananların artık eskisi gibi olmadığını ve ölüm oranlarının daha az ve yalnızca teröristleri -son altı ayda 147 ölü- kapsadığını söylemiş. Leo kardeşim bunları kendine sosyo-ekonomik ve kültürel kimlik anlamında yakın gördüğü bana anlatırken kendini hiç sakınmadı. Şimdi konumuz kimseyi göründüğüyle yargılamak olmasa dahi, kime, neyi, ne zaman konuşacağınız nerdeyse konuştuğunuz şeyin özünü değiştiriyor.
Benden tepki olarak beklentisinin en fazla “Aaa öyle miymiş? Bak ne güzel direkt içeriden biriyle konuşmuşsun? Sen turist değilsin kaşifsin. Topla da gel be oğlum!” olacağını bekliyordu. Nedense berbat bir İstanbul havasında vermeyi planladığım tepkide oydu fakat olmadı:
“Mmm… Demek teröristler. 147 garip bir rakam. Bak Leo, bu konuda bölgede yaşayan birini dinlemenin çok sağlıklı bir tavır olduğuna eminim ancak geçen yapılan saldırıda (20-28 Kasım) 176 kişi öldü. Garip bir rakam değil mi? Sence periyodik olarak yapılan her saldırıda bir terör örgütünün ölü sayısının yarısı nasıl 15 yaşın altında olur? Ölenlerin medyada duyduğun korkunç üç sayılı rakamların altına inmesi ve sıfatlarının yalnızca sivilden teröriste indirgendiğini duyduğunda mı, her şeyin aslında göründüğü gibi olmadığına karar verdin? Ya da Leo direkt ‘Senin ülkende neler oluyor?’ muhabbetine çevirebilirsin. Doğu’dan haber var mı kardeşim? Belki ben de sana Endonezya’yı sorarım…”
Avrupalı gibi düşünmemizin imkanı olmadığını anladığımızda sanırım bazı şeyleri daha net yerine oturtabileceğiz. Biz de öyle, Avrupalılarda. Eleştirel düşünüp, merak etmek ve doğrunun ne olduğuna dair karar verme yetimizi bizim yerimize düşündüğüne inandığımız insanların elinden alabildiğimizde bir fikrimiz olacak. Ahmet Cemal bana ısrarla, herkesin ‘bence’ deme lüksü olamaz, demişti bazen ona bu konuda katılmak canımı sıkıyor.
Peki, İstanbul’u lüks ve pahalı bir sürgün olarak düşünen ben, lokantada sabah 8.30’da çay içerken niye Hollandalının birine Filistin’i savunuyorum? Yoksa bu hep Britanya ve Amerika imparatorluklarının ikinci dünya savaşı ertesinde bazı doğulu sözde entelektüellerden istediği şey mi? Savaş ve yine savaş; ta ki yanlış savaşta olduğunu anlayana kadar.
Biz aslında sizden daha iyiyiz, bizim çocuklarımız 21 yaşında adam olmazsa boku yemek zorunda ve elimizde çöp kutusuna poşet olamayacak bu kokuşmuş imkansızlıklarda sınırlarımızı biraz daha zorlamaya çalışıyoruz. Siz sınırları olmayan bir kıtaya sahipken, biz dışarı adım atmanın ölüm olduğu tek bir memleketten bütün coğrafyayı kollama derdindeyiz. Vay be öyle miyiz cidden?
Yok değiliz. Cevabı bilmiyorum.
Şimdi asıl komedi şurada toplama kamplarını veba gören inançlı çoğunluk anti semitizm sembolleriyle youtube videoları çeken marjinal bir kitle olmanın yanından dahi geçmiyor. İsrail devletini eleştirmeye tüm Yahudilerden sabun yapılmasını rahatlıkla köpürecek kadar şirazesi kaymış kalabalık bir topluluk var. Anti semitizm Tevrat hariç adeta dinlerin felsefi beslenme noktası gibi. Filistin’e gelince kimsenin umurunda değil ve dünyanın en korkak ve vahşi yönetimlerinin seçildiği toprakların kenarındalar. Getto’da yaşamak zorunda bırakılmayı bırakıp oralarda yaşamaya alıştırıldılar. Getto’nun neredeyse Zeytinburnu kadar rahat bir sokak düzeni var. (Netten Filistinli bir arkadaş edinin çok faydası oluyor.)
Ve biz Avrasyalı çocuklar. Ne kadar sosyolojik ve siyasi bakmayı denesek de, tam anlamıyla -meseleler de tazeyken- beceremiyoruz. Bazen Tel Aviv’de Yahudi çocukların okul otobüslerinde patlatılan bombaları unutuyor; bazen teröristin yeterince iç rahatlatıcı bir etiket olduğuna inanıyoruz. Meşhur bir görüntü vardı, ortaokuldayken Şirinlerin hemen ardından yayınlanan akşam haberlerinde verilirdi: Filistinli bir adam yaralı oğlunu ateş hattındaki bir köşeden sürüklemeye çalışırken vuruluyordu.
Ben galiba onu unutamıyorum.
Tolga Aydın
Ocak
2013
*Bu yazı ilk olarak Kefal Dergi’nin ilk sayısında yayımlanmıştır.
*Fotoğraf: http://camlioglu.com adresinden alınmıştır. Tablo: İsmail Çamlıoğlu
4nfmnl