Marlenka adında büyülü bir pastanın varlığından, Yonca Su bana bahsedinceye kadar haberim yoktu. Dediğine göre; bir fincan süt ve küçük top sade dondurmayla servis ediliyormuş. Önce sıcak sütü, tatlının üzerinde yavaşça gezdiriyormuşsunuz. Böylelikle yumuşuyor, diyor. Ardından dondurmaya daldırıp minik bir dilim yiyin de görün bakalım, gizemli etkisini nasıl da hemencecik gösteriyormuş. Marlenka, en asabi yaradılışların dahi sinirlerini okşar, karnında mutluluk kelebekleri uçuştururmuş. En ketum insanların bile dilinin bağını çözer, en kaygısız psikopatların yüreğine inayet serpermiş. Onun tadına bakan bir aşık, imkanı yok, sevdiğini öpüp koklamadan bir an yerinde duramazmış. Kanlı bıçaklı hasımları uzlaştırır, kadim dargınlara el sıktırırmış, Marlenka.
Söylediklerinin deli saçması olmadığına yürekten inanmıştım. Yonca Su yapmacıksız bir fahişeydi. Ama ona sorsanız, orospu denmesini tercih ederdi.
Ve bir orospuya öyle kafanıza göre yarenlik edemezsiniz. Öncelikle ona kalbinizi açmanız gerekir.
Yonca’ya on beş dakika boyunca oral yaptım. Çingene kızları, o kavruk tenli iffetler, çabuk pes etmiyorlar, ne yaparsın. Zulasından ikram ettiği sarma cıgarayı döndük birlikte. Ay doğmuştu. Derme çatma yatak odasına, perdenin arasından sarı bir ışık huzmesi kolunu uzatmış, benim bacak kıllarımı, onun karaşın, pürüzsüz tenini ışıklandırıyordu. Sevişirken kimsenin kulağına aşk sözcükleri fısıldamazdı, bu düpedüz bir kandırmacaydı ona göre. “Ama…’’ diyordu, “eğer dilini sabırla kullanabileceksen, senin için samimiyetle inlerim.” Ben de varımı yoğumu emrine amade ediyordum. Seviyordum onu.
Sonra, şöyle söyledi: “Şimdi duşa gireceğim.” Ve şifonyerin üzerindeki okuma lambasını açtı.
Yonca, mavi boncuklu bileziğini duş alırken bile çıkarmazmış bileğinden. Yanık teniyle nasıl da uyuşuyor mavi!
İnsan anınca onun ismini, zeytuni gözler tahayyül ediyor zihninde; oysaki kahve telvesi gibi koyu bakışları.
Besbelli gitmemi istiyordu artık. Odada, anadan üryan, sıkıntıyla volta atıyordu. Doğrudan söylemezdi, kibardı kibar olmasına; ancak onun sadık müdavimleri iyi bilirler ki, eğer Yonca duvar saatinin yanında dikilip kollarını kavuşturursa ve gözlerini saatten ayırmadan dudaklarını kemirmeye başladıysa kapıdan çıkmanız gerekir. Bu, vaktin dolduğunu dolaylı yoldan anlatma şeklidir. Henüz yerimden kalkmamıştım. Loş ışıkta iyice dipsizleşen, minik yarığını seyrediyordum. Yine de, resmi vaziyetine büründüğünde, yavaşça doğruldum. Elini saçlarına götürdü; kestane rengi bukleleri dalgalandı, mavi bileziğin boncukları şıkırdadı. İstemedim; ayaklanmak, giyinmek, başka bir güne randevulaşmak ve öylece gitmek. Ama o, çoktan banyoya yönelmişti. Ayakları bir kadına göre hayli uzundu ve yürürken sol kalçasındaki et beni kurcalayıp duruyordu. Işığı açtı. Banyodan sızan ışıkta, sert kalçalarının gölgesi, tüm dolgunluğuyla odanın duvarına mıhlandı. Sonra kapıyı kapattı ve suyun sesini duydum. Sesi, suyun ardında, boğuktu:
“Eğer canın çekerse, bir dahaki sefer de, şey için…’’
“Şey için, aynen.’’ dedim. “Gelirim.’’
Giyindim ve çıktım. Bir süre, kapının dışında, sırtımı duvara yaslayıp dinledim. Yonca Su, yine aynı türküyü mırıldanıyordu. Hala, aynı yere gelince, geveliyordu:
“Ben ölürsem saçlarını… Leyli leyli…’’
Mart ayazına adım atım. Apartmanın tam karşısındaki çöp konteynerinin arkasından bir kedi ansızın fırladı. İrkildim. Paltomun yakalarını kulaklarıma çekiştirip yürümeye başladım.
Çikolata İstasyonu isimli kafenin önüne gelince durdum. İçeride henüz ışıklar yanıyordu. Gecenin bu saatinde makul sayılabilecek, asık bir tavırla aldı siparişimi garson; masaya küfredercesine bıraktı getirdiğinde. Dondurması su gibiydi, erimişti; süt de kaymak bağlamıştı, soğuktu. Hatta içine tükürmüş olabileceklerini dahi düşündüm. Böylelikle süt fincanını ve dondurma kabını bir kenara ittim. Önümde duran karamelli pastayı gözümün ucuyla şöyle bir süzdüm. Sonunda, çatalımla ufak bir dilim alıp ağzıma götürdüm.
Ve bekledim.
Ekin Gökgöz