Doğumla birlikte durmaksızın, acımasızca insanın aleyhine işleyen tek şey entropi kanunlarıdır. Öyle sistemlerle kategorize etmeye gerek olmayan bu dünya düzeni, amiyane tabirle elimize vermek temeline dayanır. Ölüme değin ellerimiz, yüreklerimiz, kemiklerimiz ve hatta tüm hücrelerimiz nasır tutmaya mahkumdur. Çünkü ölene dek elimize verirler. Öğrendiklerimiz arasında en korkuncu olan, bir gün öleceğimiz gerçeği ise insanın kafayı oynatmasına yeterli sebeptir. Dirayetli olanlar, diğerleri gibi kaçacak delik aramaz, bu dehşetle yüzleşmeyi göze alırlar. Bunun sonucunda kaçınılmaz olan insanın aklını yitirmesidir; fakat bilmeyiz ki delilik başkaldırının ta kendisidir. Diğerleri, envai çeşit antidepresanlarla (başı çekenlerden biri yaşama telaşıdır) anaforun içinde ordan oraya savrulurken, o hengamenin içinde üzerini örttükleri safi gerçeği bir süreliğini unutur ya da görmezden gelirler. Oysa o hep oradadır ve kendini yerli yersiz hatırlatır.
Bak, bugün her zamankinden bir elli adım fazla yürüdüm. Bu benim için çok şey ifade ediyor; çünkü her adım için ayrı bir motivasyona, farklı bir çabaya ihtiyaç duyuyorum. O hep gittiğim burçak tarlasının içinde fazladan bir elli adım yürüdüm ve ilerideki yeşil tepeciğin ardını seçebildim. Orada bir başka burçak tarlası uzanıyordu. Yakın geleceği görme hevesiyle belki daha sonraları çıkacağım o yeşil tepeciğe çıkıp ardıma şöyle bir baktım: İşte hayatım!
Şimdiye dek bundan bir farkı yok; zaferle mühürlenmiş bir mücadeleden yahut yiğitçe omuzlarıma yükleyebileceğim bir mağlubiyetten yoksunum. Yalnızca bu bile insanın kendi canına kıyması için yeterli bir sebeptir. Ve kader ve benzeri sözcüklerle başkasına atfedilen fişi çekme eylemi, aslında bal gibi de insanın kendi elindedir. İnanmazsanız insanlık tarihine göz gezdirin, orada yazıyor.
Hal böyle olunca, ben de kendi adıma yaslı bir vefat tarihi kesinleştirdim. Ancak burada rakamlardan ya da günlük dilimlerden bahsetmiyorum. Bu bir süreçtir. Kahraman yolculuğunu tamamlar ve günbatımına doğru vakurca uzar. Ben de elimden geldiğince bu sürecin görkemli olmasına çabalayacağım. Reklamcıların dediği gibi: “İnsan görkemli bir yaşamı düşlemelidir!” Yalnız benim görkemim, mevzuya nereden baktığına bağlı olarak sana pek azametli görünmeyebilir. Genelde de böyle olur. Bu yüzden beni yargılayamazsın. Başladığım işi sessizlik içinde bitirip süreci tamamlayacağım. Süreç bir kırılma noktasıyla sonlanacak ve bilirsiniz, bir şeyler kırılmaya başladığında geride kalanlar için artık çok geç olur. O yüzden şimdiden eyvallah.
Son zamanlarda ayna ve duvar gibi sözcüklerin edebiyatta yarattığı imgelere ilgi duymuyorum. Doğrusu o yapmacık duygularla artık işim kalmadı. Çünkü dinlemesini bilene, karanlık bahçenin içinde, ayağınızın altında hissettiğiniz bir taş bile bir şeyler fısıldıyor. Ve o ses aslında size ait. Yüreğinizden kopup o minik taşta yankılanıyor. O taştan öğrenecek çok şey var. Misal, sizden çok önce var olduğunu ve sizden çok sonraları da var olacağını öğreniyorsunuz. Bunu zaten biliyordunuz ama şimdi öğreniyorsunuz. Diğerleri gibi yüreğinizde inayetten çok yıkım besleyen, karanlık tarafı daha ağır basan biri olduğunuzu öğreniyorsunuz. Kırdığınız kalplerin yanında dokunduklarınız da olduğunu; ancak her şeye rağmen kırdıklarınızın daha ağır çektiğini öğreniyorsunuz. Ruhunuzda dermanı olmayan yaraların açıldığını ve bu yaraların ölümden sonra bile kapanmayacağını öğreniyorsunuz. En dehşetengizinin yalnızlık, en acınası olanın gardını düşürmek, ayaklar altına alınmak, batağa sürüklenmek olduğunu öğreniyorsunuz.
Eğer bir Tanrı varsa, onu yalnızca yüzünü göstermediği için takdir edebilirim. Şu meşum talihli yazar ağabey gibi ben de var olmakla görünmek arasındaki çelişkiyi fazlaca sorguladım ve onun ötesinde bir başka şey öğrendim: Herkes kadar değersiz, hiçkimse kadar değerli olduğumu. Yani, insanın kendiyle olan savaşının kara topraktaki yılanlar için ne önemi var ki? Doğru yerden bakarsan bunun fakir edebiyatı olmadığını görürsün. Şu keşmekeş akıntıda bir iz bırakabilmek mevzusundan bahsediyorum. O akıntıyı ikiye de yarsan –ki yaranlar olduğu söyleniyor- akıntıda yüzen balıkların nefesi kadar bir iz olamaz bu. Nitekim o akıntı devinimiyle zaman içinde yarığını kapatacak; ancak içindeki balıklardan asla tamamıyla ayrışamayacaktır. Ve sen bir balık değilsin. Bir çok şey olabilirsin ama bir balık, bir bülbül ya da kırışıkları ütülenmiş bir gündöndü tarlasındaki tek bir gündöndü bile değilsin. Senden üstün olan doğaya onların yarısı kadar biat etmiyorsun. Tam da bu yüzden bir hiçsin!
Benim hazin kararım, misyonunu kemale erdiren bir inanan öyküsü değildir. Bu kararın altında yatan sebepler çok basit şeyler olmakla birlikte, o basit şeyler bir çamaşır ipine yan yana serildiğinde, ip gerginliğini yitirmekte, o basit şeylerin ağırlığıyla çökmektedir. Bu nefretle alınan bir karardır ama içinde çeşitli nefretler barındırır. Öfkeyle alınan bir karardır ama içindeki öfke çeşitlidir. Kalp kırıklığıyla verilmiş bir karardır ama kırıklar farklı farklıdır. Yine de, her şeye rağmen, yolun ne vakit ufka toslayacağı ise bilinmez.
Dadaistler ortak bir kanının hakimiyetini istemiyorlardı. Onların anlaşılmakla işleri yoktu. Konuyu özetleyen basit bir tanım cümlesi arandıkça sanatı öldürürsün. Sanatın tespit yapmakla derdi olamaz, sanatın aforizmalarla alakası yoktur. Sanat işaret eder. Bak, orada bir şeyler aksıyor der. Bak, içimi kemiren böyle bir dertten mustaribim der. Sana bir hikaye anlatır, onu resmeder, onu görselleştirir. Bu yüzden o yüce filmler ya da kitaplardan dünyayı değiştirmesini bekleyemezsin. Bu yüzden dünyayı değiştirecek olan o filmleri izleyenler, o kitapları okuyanlardır. Ve yine sanatı bataklığa sürükleyen de, o kitapları okuyup çilesinden zerre tat alamadıkları, o koca yürekli, kederli, büyük insanları kapaklarına taşıyan edebiyat dergileri ve onlara hizmet edenlerdir. Şatolarını terk etmeyen ama biçemi halktan aldığını iddia eden sinemacılardır. Şov koltuklarının kıçlarına pompaladığı cazibeye kapılarak tiyatronun kutsallığında yalnızca kendi paylarını ölçüt gören, onu kutsallaştıranın alkış olduğunu önemsemeyen, burnu havada oyunculardır. O alkışlar olmadan da nefes alamazlar ya, neyse. Ben genelleme yapmıyorum. Sadece bu riyakar güruhun küçümsenecek azınlıkta olmadığını söylüyorum. Ve resimde ve müzikte de bunu görmek gayet mümkündür.
Uzunca bir dönem sanatın yaralarımı sarmasını bekledim, böyle umdum. Oysa o bana, yaralarımın yerlerini, derinliklerini, daha önceden fark etmediğim çürüklerimi işaret ediyormuş. Bana yaşamdaki çıkışsızlığı, çelişkiyi gösteriyormuş. Önceleri büyük ve karmaşık sandığım resmin, ufkum açıldıkça nasıl da küçücük kalacağını ve diğer resimlerin yanında anlamsızlaşacağını öğrenecekmişim meğer.
Şimdi, geriye dönüp baktığımda, mutluluğun mutlak olmadığını, değeri bilinmeyen anlardan ibaret olduğunu söyleyebilirim. Ve bu kavram, dil gibi, insan gibi sürekli değişir, farklı bir algıya bürünür. Ona sanatla sahip olamazsın, sanattan bunu bekleyemezsin. Tanrı dışında her şeyi inadına bir kalıba sokmaya, anlamlandırmaya çalışan insanoğlunun aklına ise şu klişe geliyor: Ölene kadar kimseye mutlu deme! Soruyorum; peki ölümden sonra ne kıymeti var ki? Ha dersen, pesimist bir yaklaşım bu, nihilist bir tavır seninki, yahu öyle birinin niye yavru bir kediyi yaşatma çabası olsun? Benim var, yavru bir kedi büyütüyorum. Görüyorsun, ben de senin gibi, birçok kavram ve bakış açısı gibi, yaşamın ta kendisi gibi çelişkilerle dolu biriyim.
Başladığımız noktaya dönecek olursak, zaman kavramı hakkında hepimiz kesin çizgilerle konuşabiliriz sanırım. Hepimizin vakitle bir derdi vardır ve onun akışıyla ilgili ortak bir kanıya sahibizdir. Bunu biliyorsunuz. Ve burda da olduğu gibi tüm sohbetlerin sonu gelir ona dayanır. Alır herkesi bir düşünce; derin dalgınlıklar, iç geçirmeler ve o anlarda herkesin omuzlarında hissetiği soyut ağırlık. Kısır bir döngüde, durmaksızın ilerleyen ve her gündoğumunda geçip gittiğine tanık olduğumuz şey, tek kelime: Zaman.
Karanlık, depresif bir dönemden geçen nevrotik bir halet-i ruhiyenin, size anlatacakları bunlardan ibarettir.
Kalın sağlıcakla.
Ekin Gökgöz