Etten doğan et, dedi Michael, ruhtan doğan ruhtur. Ama biz, sevgili, Tanrı’nın Çocukları adını taşımak isteriz.
Nilüfer yaprağına tünemiş bir kızılca kurbağa, başı üstünde vızıldayan karasineği nasıl sinsice izliyorsa, seni de öyle takip ediyor ömür. Göz kapaklarında biriken ter damlacıkları gibi, perçemini irisine batıracağı anı bekliyor sebatla. Nitekim tez çöküyor akşam, işledikçe eriyor senin yuvanda zaman. Güneş yaka paça çekiyor hami pençelerini, evin duvarlarından. Salt avuntular kımıldıyor zihninde; mazinin dört bir yana saçılmış kristal parçacıkları.
Kara çarşaftan bir deniz, damının kiremitlerinde dingince dalgalanan; gümüşi bir denizyıldızının yeknesak parıltısı var derinliklerinde. Haytalık çağlarında diline dolanan bir tekerleme yahut yanık sesinle çığırdığın, yörenin elemli türküleri misali, odanın isli köşelerinden uçuyor, konuyor burnuna; ezelin o canı gönülden tüten anaç kokusu. Ve sen onları anımsıyorsun; tabutu kan ve barutla mühürlenmiş askerlik ahbaplarını –savaşın sefaletinde yitip giden ruhları. Sıyrılıyor hepsi kefenlerinden, çürük toprağı taşıyorlar yatağına, ayaklarında. Uykunun ağabeyini beyaz bayrakla avutan bir adamsın şimdiden; düşlerden ibaret olsa, bilirsin. Oysa cenine bürünüyorlar hemen yanı başında, kimisi başucunda. Henüz torunların yaşında her biri, yoldaşlık ettiğin tüm delikanlılar; sense bir dedenin kalbiyle ısıtıyorsun onları.
Bağışlamaktan öte, unutabilir mi Âdem, kanına giren iffetli yılanı? Son kertede, hayrete kapılmış mıdır İsa, tanıyınca ruhunu insanın? Ya sen, belleğinde inşa ettiğin kafesten salabilir misin, Kore’nin kötülük timsali leş kargasını? Yine ahir vakitlerini tasdikleyen zamanın doğruladığı, dalına tutunduğun en kıymetli deneyim olmasa, biçare tapındığın ulvi inanç da olmasa, katlanabilir miydin kendine? Ölüler dahi yaşamaya devam ederler.
Ekin Gökgöz