Yaşam, onun için kötü sürülmüş bir ojenin parmak etlerinde bıraktığı lekeler kadar anlamsız ve dağınıktı. Ruhu bir denizdi, taşıyordu artık. Buhranı ne yere ne göğe sığıyordu. İçindeki kapanmak bilmeyen derin yalnızlık onu hem içine çekiyor hem de boğuyordu. Sahi kim vardı sarılacak, kokusunu içine çekince acısını unutacak. Olanlar olmuştu, o uzaktaydı herkes bir telefon uzaktaydı belki ama sesleri yetmiyordu işte. Yine o acı dolu günlere mi dönseydi? Hüzün dolu uzun etekler, buhranlı bir ev vardı gerisinde, uzaklardan buralara yeni bir umut getirmişti onu. Ne günler görmüş geçirmişti, azıcık katı ve çökük duruşunda belli ediyordu bunu. Özlüyordu artık annesini, evini, bir kucak bir ses arıyordu. Buralara ne kadar alışsa da yabancıydı, eski püskü sokakları, kirli havası vardı İstanbul’un belki ama orasıydı evi. Orada doğmuştu, orada büyümüş,oranın havasıyla dolu ciğerlerle gelmişti buraya.
Aceleyle giydi marketten aldığı erkek desenli terlikleri ve bir de hırka sırtına… Elinde sigarası ve çakmağı, çekti nefes nefese içine çünkü o her nefeste içindeki bitmek bilmeyen kavgaları yakıyordu kendince ciğerleri yerine. Bunu arkadaşlarına anlatsa yine gülerlerdi büyük ihtimalle ona.
Olmayacaktı ama böyle ne kadar da yalnızım diye geçirdi. Arkadaşları vardı her çeşit ama kimse bilmiyordu, bilemezdi hissettiklerini, duyamazlardı kalbine ait o gürültüleri. Onlar sadece gece sayıklamalarına şahit olurlardı, bu gece de ne kadar sayıkladın derlerdi belki.
Basamakları çıktı teker teker, içeri girdi duvarları tuta tuta yatağını göbeğine kıvrılıp uzandı. Annesinin kokusunu hatırlamaya çalıştı, hatırlayamadı. Sesi hala kulaklarındaydı oysa. Adıyla sesleniyordu sanki halen diğer odadan. Bugün yine telefonda konuştuğunda ona iyi olduğu yalanını söylemişti, artık iyi oynuyordu ki fark edilmiyordu.
Çıkardı çekmecesinden renkli bir sürü ilacı, uyku hapları, antidepresanlar, ağrı kesiciler hepsini içip uyuyacaktı, içinden atamadığı bu yok olma arzusundan kurtulmuş olacaktı. Daha okumadığı kitapları vardı masanın üstünde, okunmamış dergilerle ona ait değilmiş gibi bakan. Hüzün, acı ve kederi bir parmak toz tabakası olmuştu sanki odadaki her şeyin üstünde temizlik yapmaya hali yoktu oysa, çünkü parmaklarını hissetmiyordu. Umut yanına mutluluğu da aşkı ve sevgiyi güzel olan ne varsa alıp terk etmişti onu. Ondan mı hissizleşivermişti.
Artık çekip gitme vakti gelmişti, açtı pencereleri. Soğuk hava giriyordu içeriye ve güneş ışığı bir daha göremeyeceği ve duyamacağı sıcak ve soğuk..
Veda ediyordu işte kendi ironisi içinde. Oturdu beton zemine, tek tek çıkardığı anahtarları atacaktı boğazından aşağıya, her yutkunuşta daha bir yaklaşacaktı bilinmezlik diyarına, her biriyle kapıları tek tek açacaktı emin olması gerekti çünkü içeri girebileceğinden.
Rüzgar parlıyordu saçlarının uçlarında, ürperiyordu omuzları. Vazgeçti bundan en son sevmekten, kahve içmekten, yataktan çıkmaktan vazgeçtiği gibi…
Ürperdi tekrar, kabuğu açılmış yaraları ürperdi bu sefer ruhunun. Buna dayanamazdı işte. Çoktan zehirlenmişti, farkında değildi, belki de annesinin karnındayken olmuştu, kimse bilemezdi. Zehirlenmişti işte, herkes yemekten dönerken mutluydu ama o göğsü tutuyordu, sıkışan ama durmak bilmeyen kalbini.
Kalkıverdi hemen yerinden. Kapılar yerde kapalı ne zaman açılacağı belli olmayan. Sarıldı yorganına, alt kirpikleri değiyordu işte göz kapaklarına, belki de açılması gereken kapılardan vazgeçmeliydi ardı bilinmeyen...
Sema Akdemir