Vakti zamanında bir dergi veyahut bir gazete köşesinde okumuştum; “Saat, zamana hükmetmenizi sağlar” yazıyordu ve devam ediyordu; “Zamanın ilerleyişini izlemenin en iyi yoludur.”
Bu yazıyı bir arkadaşım göstermişti ve bana gösterme hevesinden anlaşılacağı üzere yazıdan epey etkilenmişti. Ara ara bu konudan söz açıyor veya başka bir konu konuşuluyorsa bile konuyu oraya çekiyordu. Çekemeyeceğini anladığı zaman ise en basitinden bir; “Konuşup duruyoruz ama saat kaç oldu yahu?” diye soruyor, cevabı duyunca ise “Üç mü? Yapma be! O kadar oldu mu?” diye şaşırıyor, düşüncelere dalıyordu.
Sınıfta, tahtanın üzerinde duran bir saatimiz vardı. Arkadaşım yazıyı okuduğu günden beri dersi dinlemiyor sadece saate bakıyordu. Sanki arkadaşım için saatin ilerleyişi dersi bitiren şey değil de, dersin ilerleyişi ve bitişi saati izlemesini sonlandıran şeye dönüşmüştü.
Bir süre sonra hafta sonları bizimle birlikte yürümeye, gezmeye, film izlemeye gelmez oldu. Bütün zamanını antika saatler satan bir dükkânda geçiriyordu. Saatleri izlemek, akrebini, yelkovanını incelemek, onun için büyük bir zevk halini almıştı. İlk zamanlar saatleri bize anlatıyordu, fakat arkadaşlarımız zamanla sıkılmaya başlayıp kendisiyle yalnız kalmamaya özen gösterince o da kendini soyutlamaya başladı.
Ben, işin iç yüzünü bildiğim için kendisinden uzak durmak istemiyordum ama kendisi de pek konuşulacak bir durumda değildi. Bir saat almak istiyordu ve o saate durmaksızın bakacağını benim kadar kendisi de bildiği için en güzeli olsun istiyordu. Önüne aldığı boş sayfalara saat eskizleri çiziyor, akrep ve yelkovanın birbirine en uyacağı biçimi bulmaya çalışıyordu. Söylediğine göre istediği saati yaptırabilmek için epey paraya ihtiyacı vardı. Parayı biriktirirken bir yandan da saatin tasarımıyla uğraşacaktı.
Sene bitiminde saati alabilecek parayı henüz denkleştirememişti. Yaz bitip okula döndüğümüzde -okul yatılıydı ve birçoğumuz il dışından geliyorduk- gözlerim hemen arkadaşımı aradı. Yazın birkaç mektup göndermiştim fakat gönderdiğim adrese kayıtlı böyle biri oturmadığı gerekçesiyle mektuplarım gerisin geri dönmüştü. Saati yaptırıp yaptırmadığı hususunda epey meraklıydım fakat kendisini bir türlü bulamadım. İlk bir hafta gelmeyecek herhalde diye düşünürken ikinci hafta da gelmemesiyle müdür muavinine, arkadaşımın akıbetini öğrenmeye gittim. Muavin, arkadaşımı ilkin hatırlayamadı. Sonra gözlerini kısarak derin düşüncelere daldığını ispatlarcasına bir havaya girdi ve “Heh! Şu çocuğu diyorsun sen” dedi ve ekledi; “Arkadaşın yazın sonuna doğru gelip kaydını sildirdi evladım” dedi. “Ne?” diye ani bir tepki verdim. Sonra kendimi toparlayıp yine sordum: “Nasıl yani efendim? Bir açıklama yapmadı mı peki?” Muavin; “Evet, evet dedi bir şeyler. Para lazımmış kendisine. Bu yüzden okulu bırakıp çalışması gerekiyormuş.”
Bu cevap karşısında epey şaşırmıştım. Demek kafaya bu kadar taktı bu meseleyi, diye düşündüm. Sonra muavinin odasından çıkıp sınıfıma gittim.
Arkadaşım için bir süre üzüldüm. Sonra sevindim. Daha sonra tekrar üzüldüm. Yani okulu bırakıp, bu yaşta kendini böylesi bir sevdaya kaptırmasına üzülüyordum. Neden engel olmadım, oturup konuşmadım, diye kendime kızıyordum. Fakat sonra bir şeye böylesine sevdalanabilmiş, bağlanabilmiş olmasına da ayrıca seviniyordum. Kim böyle tutkulara sahipti ki bu hayatta? Peki, ama ya bu tutkusunu gerçekleştiremezse, diye düşünmüyor da değildim. İnsan böylesine istediği bir şeyi gerçekleştiremezse ne hale gelirdi? Aklıma bunlar geldikçe tekrar üzülüyordum. Neden bir defa olsun konuşmadım sanki diyordum kendime. Ama insan bazen konuşamıyor işte, aklındakileri söyleyemiyor.
Aradan yıllar geçti ve arkadaşımı hiç görmedim. Ta ki bugün öğlen merkez cami karşısındaki lokantada yemek yiyene kadar.
Her zamanki gibi öğle arasında yemek yemek için lokantaya gitmiştim. Yemeğimi bitirip çay ve sigara içmek için lokantanın dış bölümüne geçerken kaldırımda yürüyen gence takıldı gözüm. İlkin çıkaramaz gibi oldum fakat gözlerindeki bakışı yakalayınca bir anda ismini haykırdım. Dönüp baktı ve tanıdı beni. Birbirimize sarıldık, sandalyelerimize oturduk.
Uzun zamandır görüşmüyor olmamız konuşmamıza pek mani olmadı. “Okuldan ayrıldıktan sonra ne yaptın?” diye sordum ve anlatmaya başladı:
“O yaz parayı denkleştiremedim. Yazın evdeki vakitleri çizimlerle uğraşarak ve evde, duvarda asılı duran saati izleyerek geçirdim. Sonunda çizimler tamam oldu fakat para bir türlü denkleşmedi. Zaten evde olduğum için bizimkiler harçlık vermeyi de bıraktı, para tümden birikmez oldu. Baktım olacak gibi değil çalışmaya başladım. Bizimkilere durumu anlattım, gerçekleştirmek istediğim şey için okulu bırakmam gerektiğini, çalışmam gerektiğini anlattım. Annem anlamaz gözlerle baktı, babam ise okulu bırakacağımı duyunca küplere bindi. Bu kavgalar yazın sonuna kadar sürdü. Baktım olacak gibi değil, evi terk ettim. İlk iş okuldan kaydımı sildirdim. Sonra çalıştığım işten çıktım, çünkü bizimkilerin beni bulmasını istemiyordum.
Semt değiştirip T’ye geçtim ve bir odalı, ufak bir ev kiraladım. Saati yaptırmak için biriktirdiğim paraya hiç dokunmuyordum fakat sonraları düşününce saati alabilmek için ihtiyacım olan şeyin sadece para olmadığını fark ettim. O an bu paradan harcama yaparak yaşamam gerekiyordu. Yani saati alabilmek, zamanı izleyebilmek için yaşamam gerekiyordu.”
Arkadaşım bir sigara yaktı. Gözleri eskisinden daha delice bakıyordu etrafa. Sonra konuşmasına devam etti:
“İşte o an bende bir değişim oldu. Öylesine saplandığım, gerçekleştirmek için her şeyden vazgeçebileceğim tutkum için kafamda ilk kez soru işaretleri oluşmaya başladı. Acaba yanlış mı yapıyordum, diye sormaya başladım kendime.
Çevre dükkânların birinden bir saat satın alarak yatağımın karşısındaki duvara astım. İlk hafta odadan hiç çıkmayarak yalnızca saati izledim. Aklıma gelen soruları defediyor, saati, zamanı izlemenin keyfini çıkarıyordum.
Biriktirdiğim parayı daha fazla harcamamak ve kendimi eğlenceye kaptırmamak için -saati izlemekten bahsediyor yani- iş aramaya koyuldum.
Bir hafta sonra, bir şirkette temizlik işi buldum. Parası fena değildi fakat oturduğum semte çok uzaktı. Çalıştığım semtteki evler de çok pahalıydı. Bir süre mesai bitimi dışarıda gezip başka işler bakındım ama bulamadım. Sonunda yapacak bir şey olmadığını anlayıp elimdeki işi sahiplenmeye çalıştım.
İlk zamanlar eve geç gelmek sorun olmuyordu. Yemeğimi yiyip yatağıma yatıyor ve saatimi izliyordum. Çizdiğim eskizleri elime alıp ona kavuşacağım günü bekliyordum. Fakat zaman geçtikçe daha çok yorulmaya başladım ve evde kendime ayırabildiğim zaman gittikçe azalmaya başladı. Her gece daha erken yatıyordum ve önceleri kolaylıkla savuşturabildiğim düşünceler, beni bu haldeyken daha gafil avlıyorlardı.
Zaten saati almak için biriktirdiğim paradan harcama yaptığım andan beri fikrimi, tutkumu kirletilmiş hissediyordum. Bunu kendime itiraf edemiyordum fakat zamanla elimde tutup doyasıya baktığım saat eskizinde eksiklikler fark edip, yenilikler ister oldum. Orasını burasını karalıyordum ve bu bende bir yıkıma sebep oldu. Ya o saati yaptırmış olsaydım? Bu soru aklıma çok kötü bir şekilde yerleşmişti ve beynimi parçalıyordu. Ya bunca zaman çektiğim cefadan sonra almış olduğum saat bana zamanı izlemekte keyif vereceğine huzursuzluk verseydi? Zamanında koluna, boynuna veya herhangi bir yerine çok severek dövme yaptırıp yıllar sonra çizdirdiği, tenine kazıttığı o dövmeden memnuniyetsizlik duyan birisi gibi hissettim.
O hafta işe gitmedim. İş yerini arayıp babamın öldüğünü ve memlekete gitmem gerektiğini söyledim.
Evde geçirdiğim bir hafta boyunca düşündüm. Nasıl çıkacaktım bu işin içinden? Bir yolunu bulmalıydım ve hıncımı almalıydım. Eve veya okula geri dönemezdim ki zaten dönmeyi zerre istemiyordum. Yalnızca hıncımı alacak bir şeye ihtiyacım vardı.”
Arkadaşım anlatmaktan yorulmuş gibiydi. Birer çay söyledi, sonra devam etti:
“İlk iş duvardaki saati indirdim ve çizdiğim eskizlerle beraber çöpe attım. Madem zamanın kendisi kısıtlayıcı davranarak zamanı izlememi engelliyordu, o zaman ben de hıncımı zamanı harcayarak almaya karar verdim.
Parayla zamanı satın alabileceğin yaşlar bunlar dostum. Vakit geçip, biraz daha ilerleyince, ellili-altmışlı yaşları diyorum yani, bize bir soran olacaktır; ‘E be amcam-ninem, yaş ilerledi. Söyle bakalım, neyin olsun isterdin şimdi?’ diye. Pek düşünmeye gerek duymadan; ‘Geçmiş zamanı!’ diyeceğiz muhtemel. Demesek bile içimizden geçecek elbet. O vakit bir of çekeceğiz ve; ‘Ne olsun yavrucuğum, torunların, çocukların sıhhatini isterim.’ diyeceğiz.
Parayla zamanı satın alabileceğin yaşlar dediğim ise bize of çektirecek, iç geçirtecek olan gençlik yıllarıdır.
Bir hafta sonra işe tekrar başlayınca yolda geçirdiğim zamanı hesaplamaya başladım. Tam dört saatimi harcıyordum. İlk satın almam gereken zamanın bu olduğuna karar verdim ve parası ne olursa olsun iş yeri çevresinden bir ev bakınmaya başladım. Bulmam epey sürdü fakat en sonunda iş yerine yürüme mesafesinde, bir binanın zemin altı ikinci katında bir ev buldum. Direk tuttum ve o hafta taşındım. Artık günde yola yalnızca yarım saat harcıyordum. Yani günde üç buçuk saati satın almıştım.
Eve gelip yatma vakti gelince yatağa uzanıyor, boş duvara bakıyordum. Sevinçten kahkahalar atıyordum.
Bir süre sonra bu da yetmez oldu. Bana zaman kaybettiren ufak tefek ne varsa hepsini halledecektim. İlk gözüme çarpan çamaşırlar oldu. Çamaşırları yıkaması, asması derken kaybettiğim zaman gözüme battı. Hemen çamaşır makinesini sattım. İş yeri üzerinde bir çamaşırhane vardı ve çamaşırları oraya bırakmaya başladım. Sabah giderken bırakıyordum, akşam dönerken alıyordum. Sonra yemek yapmayı bıraktım. Yapması, etmesi, yıkaması derken bir sürü zaman geçiyordu. Artık onu da dışarda hallediyorum, yalnızca yemek yerken zaman harcıyorum.”
Arkadaşımın yüzü korkunç bir hal almıştı. Söze başladığı ilk andan, anlatmayı sonlandırdığı ana kadar her şeyi içinde tekrar tekrar yaşadığı belli oluyordu. Bir süre durduktan sonra çayından bir yudum aldı ve aklına delice bir şey gelmiş gibi gülmeye başladı.
“Evet” dedi. “Benim hemen eve gidip çaydanlığı çöpe atmam lâzım. Çayı da dışarda içerim bundan sonra” diye ekledi ve hararetle ayağa kalktı, toparlanmaya başladı.
O arada yan masadan birisi arkadaşıma saati sordu. Arkadaşım beyninden vurulmuş gibi sarsıldı, sonra küfür edip adama bağırdı ve yürüyüp gitti.
Ben daha dur, nereye bile diyemeden koşarak uzaklaştı, sokaktan köşeyi döndü ve gözden kayboldu.
Gökhan Kablan