Her şeyden önce huzurlarınızda hepinizden şaşaalı bir özür dilemek isterim. Bir tiyatro sanatçısının selam verirken takındığı tavırla hem de. Bunun sebebi, hikayede kopukluklar olması. Kafanız karışır demiyorum ama araya anlamsızca, yüzsüzce giren bazı paragraflar sinirlerinizi bozabilir. Maalesef böyle yazmak zorundayım çünkü gerçekte zaman böyledir, atlamalar yapar. Kopuk kopuktur. Sabah kahvaltısı için demlenen çayın sureti bir anda kumsal saçlı bir kadına bırakır yerini… sonra akşam güneşi altında tarladan dönen bir çiftçinin hasır şapkasına… sonra… Toparlayamadım, kusura bakmayın. Boş yere bilimsel doğrulara sırt dayamaya çabalıyorum. Aslında bu kopuklukların zamanla falan bir ilgisi yok. Yalnızca ‘peyote’nin etkisi.
‘Peyote’ den önce ise bahsetmem gereken biri var. Güney Amerika ‘nın bağrından kopup gelen bir kızılderili.’Sioux’ kabilesinden. Onun gelişini ayak seslerinden değil köpeklerin havlamalarından tanıyorum. Sürüsünü kaybetmiş çoban köpekleri,yüzlerce… Dante’nin cehennem tasvirlerinden fırlamış gibi hepsi. Ateş püsküren gözleri ve geceye savurdukları sinsi kuyruklarıyla… Yanık benizliye itaat ediyorlar. Sabırla, şikayet etmeden. Kızılderilinin boynuna hasırdan bir çanta asılı. İçine kabak büyüklüğünde bir peyote bocalamış. İçine kapanık yeşil kıvrımlarıyla zararsız bir kaktüs sadece. Konuşmayı bilmez, anlamaz, karşılık vermez. Pembe yakalı bir çiçek açar arada, ilham verir. Dediğim gibi, zararsız.
Kurt Vonnegut’un bir eseri geliyor aklıma. Yeşil renkli, bamya büyüklüğündeki uzaylılardan bahseden kitabı. Hangi gezegenden geldiklerini hatırlamıyorum. İnsanlardan bir farkları vardı onların. Zamanı bizim gibi değil, üç boyutlu görüyorlardı. ‘Şimdi’nin veya ‘Sonra’nın bir önemi yoktu onlar için. Zaman bütündü. Yaşam da öyle. Bir varlık ‘Şimdi’de ölüyse, ‘Geçmiş’te veya ‘Sonra’ da yaşıyordu. Yani ölümün korkulacak bir yanı yoktu.
Kafanız karıştı değil mi? Özür dilerim, peyotenin etkisi.
Şimdiki zamana dönüyorum. Gerçeklere. Kızılderili aslında bir gece bekçisi. İki tepenin arasına gömülü, doğayla bütünleşmiş bir sitede gece bekçisi. Site sakinlerini tilkilere, çakallara ve domuzlara karşı korumakla yükümlü. Hırsızlara değil. Gece bekçisinin fiziksel özelliklerinden bahsetmemin hikayeye bir katkısı olduğunu düşünmüyorum. İsminin de öyle. Ama cümlelerinin elbette ki var.
***** Heh, benim babam geldin mi? Geç otur, çay demledim. Heh, benim babam.
Gece bekçisi Sivaslı. İhtiyarlıktan gün almak üzere. Muhabbeti sever. Arada kulübesine ziyarete giderim. Oturur, çay içeriz. Çay her daim vardır. Bizim gibi adamların hikayelerinde olduğu gibi. Bana site yöneticisi hakkında sitemlerde bulunur, dinlerim. Her gelişimde aynı proses. Sadece farklı kelimelerle. Gece bir sularında uyuyakalır. Mesleğinin gerektirmediği bir şekilde. Kuş uçmaz, kervan geçmez topraklara ölüm sessizliği çöker. Fonda baykuş baklamaları… Allah’ın unuttuğu bir yerde(bunu daha sert dile getirebilirdim,yapmıycam), bir sitede, bekçi kulübesinde… Fonda baykuş baklamaları… Yazı yazarım, çay içerim. Arada bir çayı doldurmak için yerimden kalktığımda uykusu bölünür ihtiyarın.
***** Heh, benim babam. Çay çok daha, doldur doldur. Gözlerimi dinlendiriyordum ben de.
Bir İngiliz filmi geliyor aklıma. Suç filmi. London Boulevard. 2010 yapımı. Başrol, Colin Farrell. Ray Winston’da var filmde. Çete liderini canlandırıyor. Sahne, infaz sahnesi. Colin, Ray babaya namluyu doğrultur ve tetiği çekmeden önce aralarında şu diyaloglar geçer:
RAY- Seninle iyi bir ikili olabilirdik, iyi işler yapabilirdik.COLİN- Lisede bir kıza şiir yazmıştım. Götürüp sevgilisine vermişti.RAY- Ne alaka ?COLİN- Şşşt…
Tetiği çeker… Neden anlattım bilmiyorum. Özür dilerim, peyotenin etkisi.
O gece – herhangi bir gece- ihtiyarı ziyarete gidiyorum yine. İhtiyar gece bekçisini. Çay içip yazı yazmak için. İçeride ışık yanıyor ama ihtiyar yerinde yok. Kulübeye giriyorum. Çay kaynıyor. Açık bir bardak doldurup masaya oturuyorum. Beyaz kağıtlar önümde… Sebepsiz bir tedirginlik var içimde. Yerimden kalkıyorum. Dışarı çıkıyorum. Sitenin demir parmaklıklı kapısının dışından, kapıya paralel birkaç tane sokak köpeği geçiyor. Arka taraftaki çöp konteynerına doğru. İçlerinden birini tanıyorum, bir bacağı diğerlerine göre kısa olanı… topal olanı. İhtiyarın peşine takılan köpekler… Demir parmaklıklı kapıyı aralayıp sitenin dışına çıkıyorum. Konteynera doğru bir adım atıyorum ve duruyorum. Diğer adımım havada kalıyor. İleride, çöpün başında bir silüet var. Bizim gece bekçisi. Beni görmüyor. Bir eli çöpün içinde, diğeriyle çöpten çıkardığı bir şeyi ağzına götürüyor, kemiriyor. Köpekler başında çömelmiş, dilleri dışarıda, ihtiyarın ağzına bakıyorlar. Bütün bunlar, gerçek zamanlı olarak iki-üç saniyede gerçekleşiyor. Ama ben ”o an’ı” donuk bir fotoğraf karesine bakar gibi saatlerce seyrediyorum.
Bunun nasıl bir his olduğunu yazarak anlatmam imkansız. ‘Utanç’ kelimesi bu hikayenin içinde o kadar manasız ve kayıp durur ki… Yağmur bulutlarının arasından, kızıl yeleli bir ejderha süzülerek toprağa pençelerini kenetliyor. Omuzlarında kar yığınları var. Kaz Dağlarının zirvelerinden bir hikaye getirdiğini söylüyor, çatallı diliyle. Hikaye, beklemek özlemek ve ölüm üzerine. Kaz Dağlarında, yalnızlığın ortasında, azizlikle yaşama ve umuda tutunan bir adamın aslında sadece ölümü beklediğini anlatan bir hikaye… Bu her şeyi özetliyor. Beklersin, özlersin… ölürsün. İşte size bu hissi ancak böyle açıklayabilirim. Kafanız karıştı değil mi? Özür dilerim, peyotenin etkisi.
İhtiyarı farketmemiş gibi yapıp arkamı dönüyorum. Ne yapacağımı bilemeyip bir sigara çıkarıyorum ve yakıyorum. Huzursuz bir sessizlik çöküyor geceye. Şimdi baykuşlar da sessiz. İhtiyar beni farkediyor. Daha fazla farkedip, ‘rahatsızlık’ hissiyatını içine kokain gibi çekmesine izin vermiyorum. Siteden içeri giriyorum. Sonra kulübeye. Çayım soğumuş, yeniliyorum. Bir bardak da ihtiyar için. Yerime oturuyorum. Biraz sonra o da geliyor.
***** Heh, benim babam. Çay güzel mi?
Karşılıklı oturuyoruz… susuyoruz. Tedirginlik gözkapaklarından ellerine kadar bir titreme halinde iniyor ihtiyarın. Onu görmediğimi anlatan cümleler kurmalıyım. ‘Her şeyin yolunda olduğuyla ilgili.’… Yapamıyorum. Keşke hayatta böyle anlarda kalem kullanabilmek bir çare olsa ama hiçbir işlevi yok. Cümle kurmalısın, konuşmalısın… Susuyorum… susuyoruz. İhtiyar hasır çantasını açıyor. Peyotenin kurutulmuş yapraklarından ustaca birer şerit kesiyor. Birini bana uzatıyor, karşılıklı çiğniyoruz. Konuşmak yok… sadece çiğniyoruz… susuyoruz. Bu anı en iyi bu kurtarabilirdi. Yerimden ilahi bir gücün yardımıyla ayaklanıyorum.
****** Dayı, ben biraz hava alıcam. Sonra eve geçerim.
****** Heh, benim babam. Tamam.
Sitenin etrafında bir tur atıyorum. Sadece kendimle birlikteyim, gölgem bile yanımda değil. Aklımda koca cihanın topraklarını örtecek kadar uzun hikayeler var ama bu gece hiçbirini yazmayacağım. Kağıtlar da kalem de kulübede kaldı. Belki ihtiyar yazar. Eğer Kurt Vonnegut’un uzaylıları haklıysa, ihtiyar ‘Şimdi’ değilse de ‘Geçmiş’ veya ‘Sonra’ da umutlu da olur belki. Şimdi ise kulübesinde… ufacık… uysal… Dilimle değil de aklımla bir türkü mırıldanıyorum, eve girerken:
” Cemi kuşlar dile gelir, yazım der. Gövel turnam Şam’dan gelir, güzüm der. Benim yarelerim, tuzum tuzum der. Amman amman amman…”
Yatağımdayım, uyumak üzere. Uyumak en iyi ilaçtır, düşünmeye karşı. ‘Burukluk’ üzerine çekilmiş tüm o İngiliz suç filmleri şimdi öylesine zayıf ve eksik geliyor ki… Son olarak uykuya teslim olmadan, babamın seneler önce yüzüme tokat gibi attığı bir tirad sahneleniyor aklımda:
”Bunun üzerine saatlerce konuşabilirim ama yapmayacağım. Bunun hayatın kendisiyle bir alakası yok. Hayat daha zor, sen daha görmedin. Yeni doğan bebeğini hemen ertesi günü kaybeden bir ailenin acısını bilemezsin mesela. İstediğin kadar üzül, onları anlayamazsın. Ameliyata almıştık adamın birini, trafik kazası… İnsanı andıran bir şey kalmamıştı ortada. Tam hatırlamıyorum, seneler önceydi. Öldü. Daha hastaneye gelmeden ölmüş zaten. Karısına ”eşinizi kaybettik” dediğim günü hatırlıyorum. Neyse şu havaya girmeyelim şimdi. Sadece kadına baktığımda hislerini anladığımı sanmıştım o gün. Ama… hayır bi bok bildiğimiz yok, biz öyle bi acı yaşamadık. Sen de yaşamadın. O yüzden böbürlenmeye hakkın yok. Şu anda üzülmüyorsun sen. Omuzlarına derbeder bir acı yüklendiğini zannedip efeleniyosun, başka bir şey değil. Seni kimsenin anlamadığından şikayet ediyorsun ve içten içe acılarınla savaşmak zorunda kaldığın için kendini yaralı bir kahraman zannediyorsun. Ama yalnızca bir ergenin yüzündeki sivilce kadar önemli senin acıların. Hayat daha acı. Senin acılarının bu hayatta bir orospu kadar değeri var. Bir doktorun acısı kadar değeri var. Bir reklamcınınki kadar değeri var. Doktorluğun da reklamcılığın da orospuluktan bir farkı yok. Senin acılarının da öyle.”
Kalemine saygı duyduğum bir yazarın dediği gibi, ”umarım ne anlatmak istediğimi iyi anlatmışımdır”. Eğer beceremediysem, özür dilerim. Peyotenin etkisi.
Ekin GÖKGÖZ