Birol Caygın’ı tanımanızı isterdim. Tanısaydınız, öyküsündeki başkarakterin sıradanlık düzeyinin onun hayatını diğer hayatlardan ayıran bir belirteç olduğunun idrakine varabilirdiniz. Kuzunun kurda dönüşme rutininin alâmetifarikası olan ömrü, iyi insanlara, “Ne olsak da Birol olmasak.” dedirtecek ayardadır. Başarısız anne baba ilişkilerine eklenen baskın eş karakterinin, niteliksiz bir bireyi ve onun yönetimi altına zorla sokulmuş kişileri nasıl etkilediğini gösteren bir ders niteliği taşır.
Başarısız ebeveynler. Diğer adıyla hayatınızın başarılı geçmesinde en işe yaramayacak varlıklar. Bu varlıkların sığlığı Birol’un hamurunu ziyadesiyle tatsız ve akılsız yapmış, bu hamur da öyle tutkusu falan olduğundan değil, yaşadığı topraklarda liyakat kavramının esamesi okunmadığından, onun uzay konusunda en rastlantısal, en cahilinden bir ihtisas yapmasına neden olmuştur. Yaşamını kesitlere ayırıp gençliğine bakış atmak gibi bir yeteneğiniz olsaydı, onu şimdilerin laçka tabiriyle overrated bir demokrat yerleşim olan Simirköy’de, üniversitede, bir uzay fiyaskosunda bulurdunuz. O gence sorsanız, size içten anlatabilse, bu döneminin talihsizliklerine ilişkin sayısız hayalî örnek sıralayabilir ama biz en talihsiz ve belki de en yeşilçamvari olanların biriden söz edelim; zengin arkadaş grubundan. Günden güne ayak uydurmanın zorlaştığı, Birol’u gece aşırı kâbuslara taşıyan o arkadaşlar. Her gün pahalı içkinin dibine vurarak sabahlayan, kimi yolunu bulmuş, kimi hesap bilmez arkadaşlar. Hele o arkadaşlarla geçirilmiş bir gece. O gece…
O gece tüketilen dengesiz içki nedeniyle pikaptan yayılan müziği örtecek derecede gürleyen tartışma, grupta başı çeken Bülent ile kahramanımızın bozuşmasına yol açmış, zavallı Birol postayı çeyrek dozda koyup kapıyı yarım dozda çarparak Bülent’in evinden çıkmış, fukaralıktan taksi de tutamadığı için gecenin bir körü o yağmurda ta elinin köründe bulunan evine yürümek zorunda kalmıştı. Olsundu, taksi parası yoktu belki ama gururu vardı ve onu yedirmemişti. Ayyaş arkadaşlarının bu gururu kale almayacağını çok iyi bilse de böyle düşünmek onu rahatlatmıştı. Sıradan hayatında zorlama bir anı işte. Yaşlı Birol hala hatırlar o geceyi. Hatırladıkça da gereksiz başkanlık makamındaki koltuğunu ayaklarından destek alarak geriye doğru yatırır, göğsünü gerer, ellerini yumruk yapıp kollarını iki yana açar ve “Nereden nerelere geldim.” der. Çoğu zaman içinden, etrafta kimse yoksa da çok kısık bir sesle.
Birol’un tekilden çoğula vardırdığı “nereler” sizi yanıltabilir, yanıltmasın. Sahip olduğu başkan, bilim adamı unvanları sizde kat edilmiş çok yolu olduğu yanılsaması yaratabilir, yaratmasın. Üniversitede kolpayla edindiği ve işgal ettiği koltuğu doğrulayan zevzek bir simya misali, gençlik karakterindeki o beceriksizlik kömürü, yaşı ilerledikçe, hiç beklenmeyecek derecede işini bilir, insan kullanabilen, insan harcayan bir altına dönüşmüştür. Çalıştığı bölümün üst kat koridorlarında bir süre bulunmuş her haybeci onun bahsettiği “nereler”e ulaşmanın ilk basamağının işi bilen bir hocaya yamanmak olduğunu bilir. O da biliyordu… Hoca çalıştı, Birol yamandıkça yükseldi. Hoca uğraştı, Birol yükseldikçe yamandı. Gençken yaşlıya, yaşlıyken gence yamandı. Kontrol kimin elindeyse ona yamandı. Yamanmanın tamahkârlıkla dost olamayacağına takıntılı bir şekilde inandığından, ömrünün hatırı sayılır sayıda yılını yamanmak, yükselmek ve maaş almak üçgeninin üç yıldızlı bir otelden çalınmış iki sabun kadar beleş ve bir o kadar da ucuz kokan büyüsüyle geçirdi.
Hakkını yemeyelim, Allah’ı var, yönetici olana kadar o saçma, yapay sırıtışını yüzünden hiç eksik etmediğinden, kimse Birol’un içinde beslediği pespaye mahluğu görememişti. Hatta öyle ki birine kalayı basmaya çalışırken bile o sırıtma yüzünde durur, karşısındaki kişinin de sırıtmasına neden olurdu. Karşılıklı sırıtma seansı bir süre sonra anlamsız bir laf dalaşına döner, koca koca adamlar saçma sapan söz öbeklerine gark olur, bu dalaşı izleyen üçüncü bir kişi, aynı milletten bile olsa, sanki bilmediği bir dilde ya da şifreli bir şekilde konuşulduğunu sanırdı. Yöneticiliğinin, yönettikleri açısından tek olumlu yanı buydu; o sırıtmanın yok oluşu. Birol yönetici olduğunda, “Ezilerek yükselmek, yükselince ezmeyi gerektirir.” şiarından sapacağını sanan vardıysa da, bu, o kişinin Birol nezdinde silkelenmeye değer bir keriz olduğuna delalet eder. Silkeleme onun nişanesidir çünkü.
Hayatlarının konforlu tekdüzeliğini bozmayı beceremeyenlerin emeklilik gebeliği sancısı vardır, malumunuz. Dahası, bu sancıyı dindirecek en pratik yolun fotoğraf çekmek olduğu bu gebeler arasında yaygın bir kanıdır. Her ay hesaba maaş adı altında yatan miktara göre cep telefonundan başlayıp profesyonel makineye uzanan bir donanım yelpazesinde, artık Allah ne verdiyse, şakır şukur fotoğraf çekilir. Yazlık varsa çiçek böcek, yoksa çoluk çocuk. Emin olun, Birol’un bugünlerde o sancılarla boğuştuğunu düşünmemeniz için hiçbir sebep yok. Sancısının değeri de geçen upuzun yılları aratmayacak nitelikte; ikramiyeden çıkmış bir vasıfsızlığa eşdeğer. Bu gerçeğin emeklilik lohusalığında da devam edeceği ise şüphe götürmez bir gerçek.
Tüm bu vasıfsız yaşama belki onun kadar sıradan, onun kadar sığ biri katlanabilir… Ancak Birol’un en katlanmak istemediği, katlanma süresi uzadıkça da ses çıkaramadığı, kimselere açamadığı bir derdine kimseler katlanamaz; tekrarladığı bir hataya, göz göre göre hâkimiyetine girdiği despota, karısına katlanılmaz. Evlenmeden önce onu “Üç adam eskitmiş oğlum, bu karı sana yaramaz!” diye uyaran, kaba saba ama bir o kadar da haklı eski mahalle arkadaşının sözlerini ancak yangından mal kaçırır gibi alelacele yaptığı evliliğinin dördüncü ayında anlayabildiğinden, katlana katlana içinin büküldüğünü kimselere söyleyemez. İlk zamanlar duruma umutvar hayallerle yaklaşmış, ezelden beri beylik lafları sevdiğinden “Değişmeyen tek şey değişimdir.” mottosuna tapmanın durumu değiştireceğini sanmıştı. Ta ki o güne kadar… O gün bugünlere çok da uzak olmayan bir gün. Karısı olacak kadının, Birol’un zaten nadiren, o da yaz mevsiminde, tüm günü yazlığa yakın plajda geçirdikleri günlerin akşamında dikilebilen erkeklik organından despot seks fantezileri ile yararlanmaya başladığı gün. O günden beri bu nadir anlar karısının başrol oynadığı bu fantastik kâbuslarla harcandı. Bir seferinde, nereden bulduysa, karısı yatak odasına bir binici kırbacıyla gelmiş, şaklata şaklata “Birol hocam, Birol hocam!” diye bağırmış, zavallı Birol’un kırk yılda bir dikilen organı o saniye varlığına pişman olurcasına ortadan kaybolmuştu. Bu kâbus gecelerinden bir diğerinde ise, ses edemediği o işkence biter bitmez balkona kaçmış, bir kenara çekilmiş, yine karısının yasaklaması yüzünden ihanet ettiği eski dostu, can yoldaşı sigarasından bir nefes almak için neler verebileceğini tahayyül etmeye çalışmıştı. Fakat bu kez farklı bir şey de olmuştu; tam o anda, yani bir düşüncenin mitozuyla diğerlerini yarattığı o bilindik anda, aklına üçüncü sınıflardaki öğrenci Aylin düşmüştü. Kızın geniş kalça yanaklarının beyaz mini eteğin tam ortasında oluşturduğu dikine, ince ve koyumsu çizgi gözünün önüne gelmiş, kürsüden çaktırmadığını sanarak dikiz ettiği beyaz bacaklarına aykırı duran pembe dizlerindeki sıcaklığı dudaklarında hissetmiş ve bu his onu az önce yaşadığı despot işkenceden çekip almıştı. Sonra ansızın, koca hayatında tatmadığı bir ağırbaşlılık üç saniyeliğine vücudunu sarmış ve gerçeklik “Nerelerden nereye geldik.” fısıltısıyla vurmuştu yüzüne. Lâkin bu kez alışılmadık şekilde çoğuldan tekile evirilen bu dönüşüm onu hemen ayıltmış, aklını silkeleyip özüne dönmüş ve yaşanmamış kılmıştı son üç saniyede olanları. Ama Aylin hariç. Yaşadığı kısa gayrimeşru gerçeklik bu andan sonra Aylin’i işkence gecelerinin tek sığınağı yapmıştı onun için. Haydi, okul açılsındı artık, bembeyaz Aylin yine eteğini giyip derse gelsindi. Hoş, Aylin’in “sığınaklık” gibi sığ bir rolden haberi olsa sınıfa adım atmazdı ya, neyse… İşini bilen bir yazar Aylin’i Birol’un öyküsünde harcamaz. O daha derin bir öyküde başkarakter olmayı hak ediyor.
Yazar adaylarının, bir öykü üzerinde çalışırken notlar almak amacıyla farklı mekânlarda gezmesini en mesnetsiz yazarlık kitapları bile önerir. Bu basmakalıp önerinin hatıra tazelemede işe yarayabileceğine karar kılıp üniversite kampüsünde debelenmekten yorulunca, hedefi ben olmayan ancak oturduğum banka hızlı adımlarla yaklaşan biri dikkatimi çekti. Birol’un uzay merakını katlettiği sayısız eski öğrencisinden biri. Hızını kesmemeye çalışırcasına oturduğum yerden elimi kaldırarak selam verdim ve kısa bir soru cümlesiyle Birol’un halini sordum. Parmaklarını beş ya da altı saniye boyunca ustalıkla üzerinde gezdirdiği telefonu bana doğru tutarak “sosyal medya” diye anlamsız bir gururla vurguladığı yerden, birazdan söyleyeceklerini destekleyen birkaç fotoğraf gösterdi ve çok da uzatmak istemediği diyaloğu, bu öyküyü sonlandırabilecek özlü söz minvalinde bir cümle ile yazardan rol çalarcasına tamamladı:
“Gazi’yi ağzından düşürmez ama padişaha da hazırolu eksik etmez!”
Ferdi Erdenay