Ucuza alınmış mavi bir kot pantolon, omuzları eskimiş açık yeşil parke, siyah bir kasket ve ayaklarında arkadaşından kalmış eski bir bot. Hava yağmurlu ve olabildiğine soğuk. Telefon kulübesine kendini zor atmışa benziyor. Kulübe o kadar dar ki kendini hücre cezasına çarptırılmış bir mahkum gibi hissediyor. Yüzü balmumu gibi sararmış ve kasketinin yağmurdan koruyamadığı uzun saçları yağmurdan sırılsıklam olmuş. Dün geceden beri yemek yemediği her halinden belli. Gözleri de kan çanağına dönmüş. Belli ki uyumamış. Botlarının uçları delik ve yer yer su alıyor. Mevsim kış ve aylardan şubat. Telefon kulübesi şehrin en yoğun bulvarının üzerinde büyük bir hanın girişinin hemen yanıbaşında. Etraf kalabalık. Belediye otobüsleri ağzına kadar dolu. Tramvaylar ve banliyo trenleri insanları şehrin bir ucundan alıp şehrin başka bir ucuna taşıyor. Kimini işine kimini de evine götürüyor. Bu saatte uyanan da var uykuya dalan da var. Kahvaltıdan kalkan da açlığa yatan da var. Şehir yağmurdan sırılsıklam ve gökyüzü kurşun gibi. Rüzgar kadınların eteklerini, erkeklerin kasketlerini uçuruyor. Arabalar bulvardan gelip geçerken insanların elbiselerine çamur ve yağmur suları sıçratıyor. El hareketleri, küfürler ve can sıkan atışmalar bulvar boyunca eksik olmuyor.
Fırtınadan sallanan kulübede genç adam gözlüklerini silip telefonun ahizesini kulağına götürüyor. Elleri telefonun tuşlarına yaklaşıyor ama basmıyor. Ahizeyi yerine koyup parkesinin cebinden küçük bir rehber çıkarıyor. Biraz karıştırdıktan sonra ahizeyi kaldırıp telefonun tuşlarına basıyor. Telefon üç defa çalıyor. Cevap veren olmayınca telefonu kapatıyor. Bu sefer parkesinin cebinden sigarasını ve çakmağını çıkarıyor. Dışarısı olabildiğince soğuk. Eliyle kulübenin camını siliyor. Sigarasını yakıyor. Dışarıyı izlemeye koyuluyor.
Genç adam henüz yirmi altısında. Yirmi yedisine basmasına bir ay kadar var. Çıkık elmacık kemikleri ve uzun boyuyla yakışıklı bir delikanlıyı andırıyor. Dün geceyi düşünüyor. Kocaman hastanenin iri yarı taşlarla örülü duvarlarını. Saate bakıyor. Tam tamına dokuz buçuk. Dün hastanede olsaydı ilaçlarını almak için hemşirelerin odasına uğraması gerekecekti. Şimdi bir kırlangıç kadar özgür. Yağmurda kanat çırpıyor ama dün akşamdan beri yemek yemedi. Hayli aç. Cebinde beş kuruş para yok. Bu eski telefon kulübesinden başka da sığınacağı yer yok. Olsun ne de olsa özgür artık. Dilediği gibi dolaşacak dilediği gibi yaşayabilecek. Üç yıldır esir olduğu hastaneden de ilaçlardan da kurtulmadı mı? Biraz başı ağrıyor. Varsın ağrısın. Öksürüyor. Varsın öksürsün. Sigarası var ya o bile ona çok fazla. Açlığını bastırmasına yardımcı olur ne de olsa.
Birden Telefon kulübesinin camı vuruluyor. Genç adamı bir korkudur alıyor. Yavaşça başını sağa çeviriyor. Dışarıda bir adam göze çarpıyor. Adam eliyle kulübenin kapısını açmasını işaret ediyor. Korkudan ne yapacağını şaşıran genç adam cama vuranı görmezden gelmek istiyor ama dışarıdaki adam cama daha sertçe vurmaya başlıyor. Çaresiz telefon kulübesinin kapısını açmak zorunda kalan genç adam:
Ne istiyorsunuz? Diye soruyor.
Diğer adam homurdanıyor:
–
Dışarıdaki yağmuru görmüyor musun? İliklerime kadar ıslandım.
–
Görmesine görüyorum ama buraya ben bile sığamıyorum ikimiz nasıl sığacağız.
–
Biraz yanaş bakalım diyor soluk yüzlü, gözleri yerinden fırlamış gibi görünen, saçları seyrek, üstü başı ıslanmış olan yaşlı adam. Genç adam üfleye püfleye kulübenin içinde yaşlı adama yer açacak şekilde sıkışıyor. Her tarafından su damlayan yaşlı adam bir ayağını kulübeden içeri atınca:
–
Defterin yere düşüp ıslanmış.
–
Defter mi?
–
Evet defter. Bak ayağının ucunda duruyor. Genç adam elini parkesinin cebine atıyor. Rehberinin yerinde olmadığını görünce ayaklarının ucuna bakıyor. Defter sırılsıklam olmuş yaprakları yere saçılmış vaziyette su içinde yüzdüğünü görüyor.
–
Önemli bir şeye benziyor.
–
Ne?
–
Defter diyorum senin için önemli sanırım.
–
İçinde arkadaşlarımın ve ailemin telefon numaraları yazılıydı.
Yaşlı adam eğilip defteri ve dağılan yapraklarını eliyle kavrayıp genç adama uzatıyor. Genç adam defteri eline alınca tüm yazıların silindiğini görüyor.
–
İşe yaramaz artık. Baksana yazılar silinmiş.
–
Telefonun üzerine koyayım ve kurumasını bekliyeyim.
–
Yazılar diyorum silinip gitmiş. Kurusa bile içinde bir şey bulamazsın.
–
Kuruyunca birkaç kişinin numarasını okuyabilirim.
–
Senin ki de olacak iş değil. Hem adın ne senin?
–
Bekir.
–
Bekir iyi hoş çocucağa benziyorsun ama biraz safsın sanırım. Tüm yazılar silinmiş diyorum hala okuyabilir miyim diye kasıyorsun. Ailen nerede senin?
–
Bilmiyorum.
–
Nasıl bilmiyorsun? Sen de benim gibi sokaklarda mı kalıyorsun?
–
Sayılır.
–
Sayılır ne demek Bekir? Ya kalıyorsundur ya da kalmıyorsundur.
–
Hastanede yatıyordum. Dün gece kaçtım. Bu telefon kulübesine sığındım.
–
Aç mısın Bekir?
–
Biraz açım. Dün akşamdan beri hiçbir şey yemedim. Yaşlı adam cebinden bir parça ıslak ekmek çıkarıp Bekir’e
uzatıyor.
–
Bekir, dedi yaşlı adam, benim ismimi merak etmiyor musun?
–
Etmiyorum.
Yaşlı adam güldü.
–
Demek etmiyorsun. Sen merak etmiyorsan ben sana yine de söyleyeyim. İsmim Cevat. Gençliğimden beri sokaklarda yaşıyorum. Gördüğün bu cadde, sokaklar, parklar ve bahçeler hepsi benim yuvamdır. Sen buralara
alışabilecek misin?
–
Şimdiden korkmaya başladım. Baksanıza nasıl da yağıyor nasıl da esiyor hava. Telefon kulübesi yıkılacak gibi.
–
Korkma Bekir hiçbir şey olmaz. Şehrin havasına alışman gerek. Burada yağmursuz geçen gün yoktur. Güneşe hasrettir buranın insanları. Bu arada hangi hastanede yatıyordun?
–
Ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde.
–
Psikolojik mi rahatsızlığın.
–
Öyle diyorlar.
–
Nasıl öyle diyorlar Bekir? Sen rahatsızlığının ne olduğunu bilmiyor musun?
–
Merak etmedim. Hasta değilim aslında.
–
Hasta değilsin de neden hastanede yatırıyorlar?
–
Yalnızca istemeden birkaç olay çıkardım. Birine bıçakla saldırdım.
–
Adam mı bıçakladın?
–
Adam değil.
–
Kadın mı?
–
Evet kadın.
–
Neden bıçakladın?
–
Bir nedeni yoktu.
–
Bekir insan bir nedeni yokken başka birini neden bıçaklasın?
–
O da senin gibi tuhaf sorular soruyordu. Esmer tenli yaşlı adam Bekir’in son sözlerinden sonra hafif geri çekildi. Korkmuşa benziyordu. Bekir de başını önüne eğmiş ıslak ekmeği yiyordu. Yaşlı adamın korktuğunu sezen Bekir:
–
Benden korkmanıza gerek yok bayım. Hiç de göründüğüm kadar zararlı bir insan değilim. Son söylediğime de bakmayın. Biri ardı ardına soru sorduğunda sinirleniyorum. Üstelik yağışlı ve kapalı havaları da hiç sevmem. Bu da oldukça canımı sıkmıştı. Üstelik telefon rehberim ıslanınca keyfim de iyice kaçtı.
–
Seni anlıyorum Bekir. Gözlerinden uyumadığın da belli oluyor. Acilen dinlenmeye de ihtiyacın var. İstersen seni evsizler barınağına götürebilirim.
–
Teşekkürler ama hastaneden kaçtım ve takip edildiğimi düşünüyorum. Oraya gitsem hemen yakalayıp hastaneye geri götürürler. Yorgunum lakin buna dayanabilirim. Telefon rehberimde bir arkadaşımın numarası yazılıydı. Ona ulaşmam gerek.
–
Arkadaşın kim?
–
İsmi Tekin. Okuldan arkadaşım. Aynı üniversitede aynı bölümde dört yıl birlikte okuduk.
–
Demek üniversite mezunusun?
–
Felsefe okudum.
–
Felsefe okudun? Hayli ilginç. Sokakta yaşayan bir üniversiteli biriyle karşılaşacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. Hangi üniversiteden mezun oldun?
–
ODTÜ.
–
Vay canına. Ülkenin en iyi üniversitelerinden birinden hem de felsefe mezunusun.
–
Niye bu kadar ilginizi çekti?
–
Ben de üniversite mezunuyum. Hayatım boyunca hiç çalışmadan yaşadım. Üstelik senin gibi felsefe mezunuyum.
Cevat’ın söyledikleri Bekir’in hoşuna gitse gerek samimi bir şekilde gülümsedi:
–
Demek siz de felsefe mezunusunuz? Peki neden bir işte çalışmak istemediniz?
–
Kuralları hiç sevmem ve düzenden de nefret ederim. Bugün bizi sıkı sıkıya çevreleyen sistem tamamen mantıktan ibaret. Mantığın temelinde de insanları bitkin düşene kadar çalıştırmak yatıyor. Bunu yaparken de hem
toplumun hem de bireyin ahlakını istedikleri gibi şekillendirmeye çalışıyorlar. Bir kere ben özgür ruhlu bir insanım. İkincisi toplumun bana ne kılıf uydurduğu beni zerre kadar ilgilendirmiyor. Okulu bitirir bitirmez iki yıl boyunca yalnızca okudum. Tüm aile bağlarımı tüm arkadaşlık bağlarımı yavaş yavaş yok ettim. Sonunda tek başıma kaldım. Yalnızdım. Kimseye bir borcum yoktu ve kimseden de bir alacağım. Uzun süre ne yapacağımı düşündüm. İntihar etmek bile benim için bir seçenekti ama etmedim. Yaşamayı seçtim. Yaşayarak da toplum baskısının üstesinden gelebilirim diye düşündüm. İntihar etmek bana daha çok kaçış gibi geliyor. Ben başkaldırıyı seven bir insanım. İnsan başkaldırarak yaşamalı. İntihar korkaklıktır.
–
İntihar hastalık değil midir? Toplumun içinde nerede zayıf kişilikler varsa genelde onlar intihara yöneliyor. Ben de intihar etmek istedim. Hem de birkaç defa denedim. Hep kendimi hastanede buldum. Benim de zayıf bir kişiliğim var. Ne kadar da hasta olduğumu kabul etmesem de hasta insanlara has bazı karakterisk özellikler taşıyorum. İntiharı savunan bir insan olmadım. İntihardan korktum. Ölmekten korktum. Sanırım insan ölümden korkuyorsa
yaşamaktan da korkuyor. En büyük hastalık ölümden korkmak bunu çok sonraları anladım. Ölümden ne zaman korkmaya başladım işte o zaman yaşamaktan haz almamaya başladım. Bizi bu kadar üzerinde düşündüren ölüm nedir ki?
–
Ölüm. Hımm.
–
Evet, ölüm nedir?
Yağmur doluya dönüşmüştü. Telefon kulübesinin üzerine düşen dolu kulübenin içini inletmeye başlamış, aralarındaki konuşmaları bile zar zor duyulan Cevat’la Bekir bir süre susmuştu. Uzun uzun yağan doluyu izlemeye başladılar. Bu arada insanlar kendileri saçak altlarına atıyor ya da kafelere sığınıyorlardı. Şöförler arabaları yolun kenarına çekiyor, anneler çocuklarını doludan korumak için onları kucaklarını alıyordu. Bekir’le Cevat dışarıda pek bir şey görmüyordu. Yoğun ve şiddetli dolu kulakları sağır edercesine yağıyor dışarıda doludan başka bir şeyi görmek imkansızlaşıyordu. Bir anda ortalık bembeyaz olmuştu. Saat on ikiye geliyordu. İş yerlerinde öğle paydosu verilmeye
başlanmış olmalıydı ama kimse dışarıya çıkmaya cesaret edemiyordu. İşyerlerinin kapılarının önünde insanlar hem doluyu izliyor hem de sigara içiyorlardı. Bekir ise biraz önce yarım bıraktığı ıslak ekmeği tekrar yemeğe başlamış Cevat da Bekir’e bakıyordu. Cevat:
–
Bekir, dedi, dolu durur durmaz buradan bir an önce çıkıp başka bir yer arayalım kendimize.
–
Arkadaşıma telefon etmem gerek. Onu bulmalıyım. Rehberin kurumasını bekleyeceğim. Hiçbir yere gidemem.
–
Hava iyi olursa başka bir telefon kulübesi buluruz. Arkadaşını oradan ararsın. Olmaz mı?
–
Olmaz. Buradan aramalıyım. Bu kulübeden dışarı çıkmak istemiyorum. Sen istiyorsan gidebilirsin.
–
Sen gitmeyeceksen o halde ben de burada kalıyorum. Yalnız kalmamalısın.
–
Acıdığımdan değil. Gitsem gözüm arkada kalır. Merak eder dururum. Sen arkadaşına ulaşana kadar burada bekleyeceğim.
–
Ne diyorduk? Ölüm nedir? İntihar etmenin bir seçenek olduğundan bahsetmiştin.
–
Ölümü merak etmeyen var mıdır ki? Öleceğimizi bile bile yaşıyoruz.
–
Ölmeye ne dersin?
–
Anlamadım.
–
Benimle ölmeye var mısın?
–
Bekir beni korkutuyorsun. Durup dururken neden ölelim.
–
Ölümü merak etmiyor muyuz?
–
Ediyoruz ama bu durumda ölmek mi gerekir?
–
Ölelim her şey bitsin.
–
Bana uymaz Bekir. sen de iyi düşün. Bu söylediklerinin geri dönüşü yok.
Dolu yerini yağmura bırakmıştı. Sabahkine nazaran biraz daha az yağıyordu. İnsanlar tek tük caddeye çıkmaya başlamıştı. Telefon kulübesinin yanından geçenler ne Bekir’i ne de Cevat’ı görüyorlardı. Bekir elindeki defterden bir isim arayıp buldu. Numaraları zar zor da olsa seçiliyordu. Defteri Cevat’a uzattı ve numaraları okumasını istedi. Cevat numaraları okuyor Bekir de telefonun tuşlarına basıyordu. Bu sefer telefonun ikinci çalışında arkadaşı Tekin telefonu açtı.
–
Alo.
–
Tekin nerdesin?
–
Bekir sen misin?
–
Benim Tekin. Neredesin?
–
Benim nerede olduğumun önemi yok. Sen neredesin?
–
Şehrin en büyük bulvarının girişinde bir telefon kulübesindeyim.
–
Yerini tam olarak tarif edebilir misin?
–
S. Bulvarının ilk sokağının çaprazında sarı renkli telefon kulübesinin içindeyim.
–
Yanında kimse var mı?
–
Cevat adında bir arkadaş var.
–
O da bizimle mi gelecek?
–
Henüz konuşmadık. Ona gelip gelmeyeceğini soracağım.
–
Tamam. On dakikaya orada olurum.
–
Arabayla mı geleceksin?
–
Öyle anlaşmamış mıydık?
–
Haklısın. Unutmuşum. Bekir telefonu kapatıp Cevat’a döndü.
–
Cevat arkadaşım on dakikaya varmaz burada olacak. Arabayla gelecek. Sen de bizle gelmek ister misin?
–
Nereye gideceksiniz?
–
Nereye gideceğimizin bir önemi var mı?
–
Yok ama yine de bilmek isterdim.
–
Gelecek misin?
–
Geleceğim.
Yağmur durmuştu ama hava kurşini renkte melankoli kokuyordu. Araba gürültüleri çoktan başlamıştı. Otobüsler hareket ediyor insanlar tramvaylarda yer kapmak için birbirlerinin üzerine biniyordu. Uzakta yani bulvarın öte tarafında yolun köprüye çıktığı yönde gökkuşağı belirmişti. Trafik yavaş akıyordu. Kornolar, bağırışmalar kaldığı yerden devam ediyordu. Telefon kulübesinin karşısındaki iş merkezinin üçüncü katında bir kadın pencereden
başını sarkıtmış sigara içiyordu. Yanındaki adam ise elinde kahve kadına bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Cevat da Bekir de bu sürede tek kelime etmediler. İkisi de Tekin’i bekliyordu. Cevat’ın kırışık alnının altındaki siyah gözlerinden endişeli olduğu hemen anlaşılıyordu. Bekir sakindi. Hastaneden kaçtığını bile unutmuş gibiydi.
Tekin siyah bir arabayla geldi. Arabadan inmedi yalnızca arabasının kornasına basmakla yetindi. Siyah bir takım elbise giymiş siyah bir kravat takmıştı. İncecikti. Sol şakağının altında bir çizik vardı. Sarışındı. Uzun boylu olduğu hemen anlaşılıyordu. Siyah bir güneş gözlüğü takıyordu. Kornaya bastığında Cevat’la Bekir telefon kulübesinden çıkıp arabaya yöneldiler. Ön koltuğa Bekir oturdu. Arka koltukta yerini alan
Cevat:
–
Merhaba Tekin bey nasılsınız?
–
Merhaba. Bana yalnızca Tekin diye hitap et. Beylik bana göre değil. Takım elbise giyiyor ve arabam var diye hemen bey olmadık. Zaten de olmak istemedim. Hayatımda ilk defa takım elbise giyiyorum ve arabayı da geçen
hafta aldım. Bekir gülerek:
–
Takım elbise de yakışmış. Bugün için ilginç bir kıyafet.
–
Her şey yolunda mı Bekir?
–
Tabi ki de Tekin. Bu arada arkadaşın ismi nedir?
–
İsmim Cevat?
–
Cevat Bekir’e neden takıldın?
–
Bekir’i sevdim. İyi çocuğa benziyor. Benim gibi felsefe mezunu. Tekin gözlüğünü yukarı kaydırıp başını arkaya çevirdi ve Cevat’a dönerek:
–
Demek felsefe bölümü mezunusun?
–
Evet.
–
Aramıza hoş geldin o zaman. Ben de ODTÜ felsefe mezunuyum. Bekir’le okul arkadaşıyız.
–
Siz çalışıyor musunuz?
–
Bekir kendinden bahsettiyse benim de onun yaşantısından farklı bir tarafım yok.
–
Ayıptır sorması nereye gidiyoruz Tekin dedi Cevat.
–
Bekir söylemedi ha. Nereye gittiğimizin bir önemi var mı? Çok istiyorsan sen söyle arabayı oraya sürelim. Bugün istediğimiz yere gidebiliriz.
–
O zaman benim için farketmez.
–
Eee. Bekir Cevat’la neler konuştunuz?
–
Ölüm ve intihar üzerinde konuşuyorduk dedi Bekir.
–
Bir süre ölümü de intiharı da bırakalım. Onları da konuşacağız ama vakit daha erken. Daha önemli bir şey var felsefe nedir? Bir farkla ki kitapların bahsettiği felsefe değil demek istediğim.
–
Felsefe bölümü okudum lakin felsefeci olduğumu düşünmüyorum dedi Cevat.
–
Neden diye sordu Bekir.
–
Felsefe bize felsefe tarihini öğretti ama nasıl felsefe yapılacağını değil. Okul yıllarımda felsefe akımları dikkatimi çekmiştir. Hepsi üzerinde yüzlerce kitap okudum. Sonunda şunu anladım ki ben felsefe yapmıyorum yalnızca felsefe tarihini öğreniyorum. Bunun tarih kitapları okumakla bir farkının olmadığını düşünmeye başladım. Sonunda şunun farkına vardım kendime dönmeliyim. Yazılı tek bir kitabım yok tek bir cümlem kayıtlı değil ama ben bir
filozofum.
–
Filozof musun dedi Tekin?
–
Yaşam felsefem var. Her soruya bir cevabım yok. Onların aksine kendi sorularıma cevabım var. Bu cevaplar kimse tarafından kabul görmese de ben bunları kafamda kurarak cevaplamadım. Bizzat yaşayarak cevap vermeye çalıştım. Şimdi sokaklarda yaşıyorum. Şimdi sokaklar, caddeler, parklar, meydanlar benim. Benim en büyük kaygım sokaklar nasıl bana ait olabilirdi? Bunun için çok büyük bedeller ödedim. Artık sokaklar benimdir diyebiliyorum. Benim felsefem sokaklar üzerine kurulu. Basit ve anlaşılır. Ne kavramlarla süslü ne de edebi bir tarafı var. Benim felsefem yaşamak üzerine kurulu. Bu yaşam ki özgürlüğü temel almakta. Sokaklar benim olduktan sonra felsefeyi de filozofluğu da bir kenara bıraktım. Şimdi istediğim ne bir araba ne bir ev ne bir aile. Tek isteğim var son nefesimi özgürce vermek.
–
Ölmeye hazırsın demek ki diye araya girdi Bekir. Biraz önce Tekin ölümden sonra bahsederiz dedi ama felsefe nedir sorusu bile sonunda gelip ölüme dayandı. Ben kendimi ne bir filozof ne de başka bir şey olarak görüyorum. Ben de senin gibi yüzlerce felsefe kitabı okudum yüzlerce makale araştırdım. Okul hayatım hep araştırmalarla geçti. sonunda nereye vardım? Kendime. Kendime varınca da ölüm karşıma çıktı. Ölümden korktuğumu ona hazır olmadığımı düşündükçe bir çıkmaza girdim. Her intihar girişimim korkaklığımdan kaynaklandı. Ölemediğim her girişimde daha çok yıprandım.
–
Bu kadar kafaya takma Bekir diye atıldı Tekin. İkimiz de korkağın tekiyiz ikimiz de ölmek istesek de o andan o kadar ürperiyoruz ki sonunun nereye de varacağını bilmediğimizden kahroluyoruz. Ölüm benim için artık soru olmaktan çıktı. Ölüm benim için bütün her şeyin cevabı. Ölmek istiyorum ve gökyüzünde yıldız olarak yerimi almak istiyorum.
–
Siz ikiniz neden bu kadar korkuyorsunuz? Ölmek istiyorsunuz ölemiyorsunuz?
–
Hep birlikte ölelim.
–
Hep birlikte mi?
Yağmur tekrardan başlamış usul usul yağıyordu. Şimdi her yağmur damlası arabanın ön camında tiz bir sese dönüşüyor hem Bekir hem de Tekin göz kapaklarını oynatıyordu. Vakit öğleden sonra olmuştu. Şehir kaç gündür yağmurla yıkanıyor bir türlü güneş açmıyordu. Melankoli kokan şehir havayı da kasvetli kılıyordu. Sanki her yağmur damlası bir intiharı müjdeliyordu. Araba ormanın içinde geniş bir yola sapınca rüzgarın savurduğu çam ağaçlarından gelen korkutucu ses arabanın camlarına çarpıp geri ormana yansıyor gibiydi. Tekin istifini bile bozmuyordu. Bekir bitiremediği ıslak ekmeği parkesinin cebinden çıkarıp tekrar kemirmeye başlamış Cevat da dışarıyı
izliyordu…
Ali Akkoç