Kedilerin istilasına uğramış Gümüş sokağının yüz on dört numaralı evin giriş katının bir üstünde oturuyordum. Gümüş sokağına yerleştiğimin ilk zamanlarında sokağa alışmakta zorluk çekmiştim çünkü bu kadar kediyi bir arada hiç görmemiştim. Kedilerin bu kadar yoğun yaşadığı Gümüş sokağında kedilere alıştıkça sokağın tadı bir başka olmaya başladı. Bu sokağa taşınalı henüz bir yıl olmamıştı ama sokağın her halini sevmeye başlamıştım. Paramdan arta kalanlarla kedilere yiyecek bile alıyordum. Yaşım henüz yirmi ikiydi. Kedileri sevecek yaşta değildim. Bu sokağa taşınmasam kedilerden nefret bile edebilirdim.
O zamanlar B üniversitesinin ikinci sınıfında matematik okuyordum. Derslerim çok iyi değildi zaten dersleri de takip etmemeye başlamıştım çünkü kendimce öyküler yazıp dergilere gönderiyordum ama tek bir öyküm bile dergilerce kabul görmüyordu. Bu durum çoğu zaman beni hayal kırıklığına uğratıyordu. O kadar çok öykü yazmıştım ki hiç birinin yayınlanmaması yazdıklarımda sorun olduğunu düşündürüyordu ama yine de yazmaktan vazgeçmiyordum.
Sanırım bir Salı gecesiydi. Mevsim kış… Vakit de akşam… Kar… Kıyamet… Masama oturmuş ağzımda sigaram önümde kahvem kedilerle ilgili bir öykü yazmaya çalışıyorum. Karanlık erken çöktüğünden vakit çok da geç değil. Elime kalemi alıp öyküyü yazmaya başladığımın hemen ikinci cümlesinde yazığımı siliyordum çünkü istediğim gibi bir başlangıç yapamıyordum. Kafam karışıyor elimden kalemi bırakıp bir süre bekliyordum. Dikkatimi topladığımda yeniden yazmayı deniyordum ama nafile. O ara telefon çaldı. Arayan sevgilim diye düşündüm.
Telefonu açtığımda ağlamaklı bir ses… Sevgilim dediğim ve kıyamadığım kadın bana bir şeyler söylemek ister gibiydi. Neden ağladığını sordum ama cevap vermedi. Bir yerlerde buluşup konuşalım dediğimde buluşmak da istemediğini söyledi. O gece o saatte ağlamaklı sese ne diyeceğimi bilemedim çünkü susuyordu ve benden hiçbir şey istemiyordu. Nerde olduğunu bile bilmiyordum. Telefonu da kapatamıyordum. Uzun süre ikimiz de sustuk. Telefon açıktı. Arada öksürüklerimiz telefonun bir ucundan diğer ucuna gidip geliyordu.
Öykü dedim. Sustum. Sigara… Kahve… Bira… Ne demeye çalıştıysam susmak zorunda kalıyordum. Bu arada telefonun ahizesini masanın üzerine koydum ve sesini de açtım. Kalemi alıp öykü için giriş yapmaya karar verdim. Biraz düşündüm cümle bulamadım ama öykünün adını buldum: Gümüş Sokağı.
Gümüş sokağında anlatılabilecek en güzel en ilginç şey kedilerdi. Bunları düşünürken hemen kâğıdın en üst sol köşesine öykünün başlığını yazdım hem de özenerek. Başlığa baktım sanki öykü tamamlanmış gibiydi.
Telefondan ses hala gelmiyordu. Bir yandan öyküyü bir yandan da sevgilimi düşünüyordum. Hava ağırdı. Kıştı. Kardı. Dudaklarım üşümüş parmak uçlarım kalemi tutamayacak gibi olmuştu. Üzerimdeki battaniyeyi atıp sobaya doğru yürüdüm. Kömür çoktan yanıp geçmişti. Telefon aklıma geldi. Hemen masama gidip ahizeyi kulağıma koydum. Sevgilim hala ağlıyor hala ara ara öksürüyordu. Masamdan kalktım. Pencereye yanaştım.
Perdeyi açıp ışıkları kapattım. Dışarıda karın yerini ayaz almıştı. Ortalık bembeyaz ve aydınlık… Yalnızca dışarısı değil oda da bembeyazdı. Odanın tavanından tek tük kar düşmeye başlamıştı.
– Yaşlandım, dedim içimden.
Yaşlanmıştım. Kedileri çok seviyordum. Telefonu kapatmıyor dışarıdaki karı eve taşıyordum. İnsan yaşlanmaktan korkar mı derdim bir zamanlar. Henüz lise yıllarımdaydım. Şimdi de yaşım o zamandan pek farkı yoktu ama yaşlanmıştım. İnsan yazmaya başladığında yaşlanıyordu. İyi de yazsa kötü de yazsa. İnanır mısınız o gün sevgilimin yaşlarına o kadar uzaktım ki o kadar soğuktum ki ona.
Telefonun ahizesine uzandı elim. Karşımdaki kadın ağlıyordu. Söylemese de benden bir şeyler bekliyordu. Küfür ya da şiir fark etmez. Zayıftı tepkilerim. Kalbim bile yavaş atıyordu ve nabzım da duracak gibiydi.
O gün telefon açıkken pencereye yanaştım. Kar tek tük atıyordu ve ben ne karı ne de kendimi dinliyordum. Telefondaki ses gibi hiçbir şey istemiyordum ne kardan ne de kendimden.
O gün öykülerime bile yabancıydım. Evime… Odama… Masama… Kalemime… Yatağıma uzandım. Saat epey olmuştu. Gözlerim tavana bakıyordu. Yatağa bağlanmış gibiydim ve yatağa bağlanmış gibi kendime dair her şey kelepçelenmişti geceye. Öykülerimi düşündüm. Sevgilimin gözyaşlarını… Gümüş sokağını… Kedileri… Düşündüm.
Matematik bölümünün ikinci sınıfında henüz yirmi iki yaşındaydım. Öykü yazıyordum yayınlanmayacağını bile bile. Sevgilim vardı. Evim… Kedilerim… İnsan bu yaşta bu kadar şeye sahip olabilir mi?
O gece telefondaki gözyaşlarına kadar her şeye küstüm. Öykülerime bile… Yirmi iki yaşımda yaşıma bile küstüm… Akranlarıma… Kedilere… Gümüş sokağına…
Pencereden Gümüş sokağına baktım. Sonra dönüp öykümün başlığına… Yazmak şart mıydı ki? Bırak kediler oyalansın. Dışarıya kar yağsın. Gök delinsin. Ne işim var bu saatte masada öykülerin başında. Yırt at diyor sol yanım ve sağ yanım kayıp. Yazmak başkalarına kalsın. Gökyüzü de yeryüzü de bana…
Ahizeden yorulmuş bir nefes duyuluyor. Ağlamaklı… Kırılmış… Küsmüş… Çoraplarımı çıkarıyorum. Kokluyorum nasıl da sevgili kokuyor.
İnsanı kim bir yudum suya muhtaç etti ki? Bir parça ekmeğe… Yorulmuşum. Yirmi iki yaşımda yetmişimde gibiyim. Sevgilim henüz yirmisinde henüz çocuk… Bir kere olsun yatmadık birlikte. Bir kere olsun sevişmedik. Yetmişimdeyim ama sevişmedim ahizenin karşısındaki kadınla. Memelerine dokundum. Boynundan öptüm. Ellerine dokundum.
Yaşım yetmiş ve ahizenin karşısında sesi soluğu duyulmayan bir kadın… Bir sevgili… Üzülmüyorum kendime. Üzülmüyorum ona. Masama başımı koyuyorum. Gümüş sokağının üstüne de ellerimi. Dokunuyorum sokağa hem de doya doya. Belki de ölüp gidecektim dokunmadan. Şimdi ahizedeki sesle sevişiyorum.
Şimdi sessizim. Susuyorum. Nedeni ne Gümüş sokağındaki kediler ne de ahizenin diğer tarafındaki kadın. Kendime susuyorum çünkü küsüm herkese.
Uzun bir yol var önümde hem de upuzun.
Ali Akkoç
Fotoğraf: tr.pinterest.com/pin/460633868108328497