– Kime aktarılacağını buldun mu?
– Evet. Anneme, efendim.
– Onun bedeni bu hastalığı birkaç dakika dahi taşıyamaz.
– Bunu biliyor efendim. Bunu kabul ediyor.
– Seninse hala birkaç ayın var. Erteleyebiliriz. Annenle biraz daha vakit geçirebilirsin.
– Hayır, biran önce kurtulmak istiyorum. Yani… istiyoruz. Annem ve ben. Biran evvel iyileşmemi istiyoruz. Böylece işime odaklanabilir, ailemi doyurabilirim efendim.
– Seni besleriz, zamanı gelene dek çalışmak zorunda kalmazsın.
– Lütfen… lütfen yapın artık.
– Pekâlâ. Sadece vaziyeti daha iyi hale getirmeye çalışıyorum. Evlat için can vermek kolaydır ancak anadan ayrılmak her zaman zordur. Şimdi can korkun gözüne çekilmiş perde gibi bunu senden gizliyor. Ancak perde kalktığında, pişman olmanı istemiyorum.
– O bunu kabul ediyor. Seve seve, dedi: Seve seve! Ben de yaşamak istiyorum!
– Vedalaştıysanız benim için sorun yok. Hadi, çağır anneni.
Adam köşkün kapısına çıktı. İsmi Mustafa’ydı. İki hafta evvel kendisine veba teşhisi konmuştu. Bahçede akrabaları ve komşularıyla helalleşen annesine “vakit geldi” dedi. Kadın ağlıyor, tir tir titriyordu. Mustafa’ya sarıldı. İkisi birden alkışlar eşliğinde kapıya doğru ilerlediler. Kadının dudaklarından arka arkaya “oğlum için” kelimeleri sızıyordu. Zaten ancak fısıltısından aldığı güçle bir sonraki adımın üstesinden gelebiliyordu.
“Eşikten iki adım daha geçti. Biri ölüme, biri yaşama. Ah bir görseler ikisi de aynı yol. Bir bilseler, yalnız ölümden de yaşamdan da korkanlar için azaptır bu yol. ” dedi içerde bekleyen Efendi, salonun içinde nöbet tutan askerlere.
Ana-oğul içeri girdiklerinde anne oğlunun kollarından kurtulup kendini Efendi’nin ayakları dibine bıraktı. “N’olur kurtar oğlumu” diye dövünmeye başladı. “Ben kimsenin canını bağışlayamam. Kimseninkini almadığım gibi. Bana lütfedilen fazladan bir seçme hakkı sunabilmek. Size bu hakkı sundum, kullanmak istediniz.” Kadın dinlemeden dövünmeye, sözlerini tekrarlamaya devam etti. Efendi eğildi. Kadının çenesini tutup yüzünü yüzüne kaldırdı: “Ancak sevgiden doğan bir fedakârlık güdüsüyle gerçekleştirilebilecek bu alışveriş. Lakin bu fedakârlık için gereken sevgi, yalnız aşkla, yalnız kanla, yalnız borçla olmaz. Hepsi lazım! Oğluna duyduğun sevgi böyle mi? “Kurtar onu” dedi dişlerinin arasından kadın.
Efendi anladı: “Rahmeti benden değil, kendinden dileniyorsun. Bana yalvarmıyorsun, biliyorsun ki zaten istediği takdirde onu kurtaracağım. Sen hala kendini ikna etmeye çalışıyorsun. Önce öğrenip öğrettiğin her şeyi unut ve söyle: Oğlunu gerçekten de bir nefesten çok mu seviyorsun?
Kadının ağlaması kesildi. Yüzünü önce oğluna, ardından zemine, son olarak da efendinin gözlerinin ta dibine çevirdi. Sustu. Efendi Mustafa’ya döndü: “Annenin rızası geçerli değildir. Başka birini bul ya da vazgeç yola devam et.”
Mustafa ağzından köpükler saçarak annesinin üstüne atladı. “Söz vermiştin” dedi; “Kurtaracaktın beni” dedi; “Senin yüzünden öleceğim” dedi. Bir süre yerde boğuştular. Efendi’nin işaretiyle duvar diplerinde bekleyen nöbetçiler olaya müdahale etti. “Anneyi çıkartın buradan” diye buyurdu: “Bekleyenlere de söyleyeceğim sözleri tekrarlayın: Annenin rızası kabul olsa da, Mustafa’nın Efendi’ye yaptığı saygısızlık bağışlanamaz derecedeydi, bağışlanmadı.”
Anne gözyaşları içinde köşkten çıkarıldıktan sonra Efendi, Mustafa’nın ölünceye kadar Bekleyiş Burcu’na kapatılmasını emretti.
Ertesi hafta huzuruna yazar olduğunu söyleyen yaşlıca bir kadın geldi. Methini duymuş, efendiyle tanışıp destanını yazmak istemişti. Efendi dâhil emrindeki kimsenin okuma yazması olmadığından bu fikri çok değerli buldu. Yaşlı kadından bir şiirini okumasını istedi. Duydukları karşısında büyülenen ve bunu pek az insanın gördüğü gülümsemesiyle dışa vuran Efendi, yazarı içten ve evrensel iltifatlarla tebrik etti: “Siz, dünyayı anlamak için atılması mühim bir sürü adım atmışsınız üstat. Biliyorum ki yaptıklarım, yazdıklarınızla abartılmayacak, anlaşılacaktır.”
Fakat yazarın içine baktığında, vücudunda hızla artan hücreler gördü. İlahi kuvvetiyle, yazara bir aylık bir ömür biçti: “Bu destanı yazmak ne kadar vaktinizi alır.” “İki senelik yolculuğumda sırf bunu düşündüm, sırf buna çalıştım. Burada geçireceğim bir sene içinde tastamam ederim.” “Ne yazık, hastasınız. Hücreleriniz öyle sık çoğalıyor ki bir ay içinde öleceksiniz.” “Demek öyle” dedi yazar: “Üzüldüm doğrusu. Siz benim başyapıtım olacaktınız.” “Hastalığınızı devralmak isteyecek kimse yok mu?” “Buraya ulaşmam iyi yıl sürdü. İki gün sürmüş olsaydı bile dönüp hiçbir tanıdığımdan isteyemezdim bunu.”
Efendi düşündü. Yazının önemini düşündü. Sözlerin değişmeden kalması, tıpatıp yayılması karşısında afalladı. Ölüm ve yaşam birdi. Ayırt edilemez iki yoldu. Peki ölümsüzlük ve yaşamsızlık bir miydi? Bu konuda şüpheleri vardı. Ölümsüzlük anımsanmaktır, fikrine kanaat getirdi sonunda. O halde yaşamsızlık da unutulmaya çıkıyordu. Bu İki birbirinin tıpatıp aynısı yol kendi zıtlıklarıyla bir kavram olarak ele alındığında nasıl da ayrışıyordu.
Kendi yarattığı uzun sessizliği yine kendisi bozdu: “Destanı tamamlamanız bir sene sürer demek. Oysa benim anlatacaklarım bir ayı geçmez. Elimi tutun lütfen.” Yazar anlama çabasına girmeden, isteği şaşkınlıkla yerine getirdi. Efendinin bedeni, hastalığı kabul etmek istemedi. Efkâr ve madde, vücuda hâkim olmak için, taraf tutması güç bir savaşa tutuldu. Saniyeler süren bu savaş Efendi’nin duyup gördüğü tüm muharebelerden daha zorlu geçti. Sonunda yazar içinin çekildiğini duyumsadı. Yüzündeki kaslar gerildi, gözbebekleri, yeni doğan bebeğinkiler gibi küçüldü. Efendi nefes nefese gerileyip koltuğuna oturdu. Yaverinden su istedi. Sonra gülümseyerek yazara döndü: “Hikayeye nerden başlamamı istersiniz?”
Kaan Beyoğlu
Görsel: aylikdergisi.com