Repulsion (Tiksinti), erkeklerle sorunu olan bir kadını anlatıyor. Erkeklerle ilgili bu sorun, daha sonra cinselliğe dönüşüyor. Carol erkeklerden ve dolayısıyla seksten ölesiye korkan/tiksinen biri. Filmin başından itibaren bu takıntı derecesindeki tiksinti hissini olur olmadık her sahnede deneyimlememize rağmen, Carol’ın niçin bu hale geldiğini bize söylemiyor Polanski. Gerçi, filmin finalinde bu deşifre ediliyor edilmesine ama bunun bir açıdan hiç de önemi yok. Çünkü bizim ilgilendiğimiz Carol’ın içine düştüğü bu ruh halinin bizzat kendisi, bunun nedeni değil (ayrıca nedenini tahmin etmek, şöyle bir düşünüldüğünde hiç de zor değil). Ve Polanski, Carol’ın ruh halini olağanüstü bir şekilde gösterebilecek enfes bir mizansen kuruyor: Evi, Carol’ın bilincinin birebir yansıması olarak inşa ediyor.
Carol, Erikson’un psiko-sosyal gelişim dönemlerinden altıncısında, yani “yakınlığa karşı yalnızlık” döneminde sorun yaşayan bir kadın. İçinde bulunduğu dönemi atlatmakta hayli zorlandığı ortada… Fakat bir taraftan sorununun da farkında ve bunu halledebilmek için birkaç hamle yapmaya çalıştığına, en azından bunu arzuladığına şahit oluyoruz (bkz: ablasına duvardaki çatlağın onarılması gerektiğini söylemesi ve kendisiyle tanışan adamla “bir şeyler” yapmayı denemesi). Tüm iyi yürekliliğine ve çabalarına rağmen, Carol’ın, içinde bulunduğu dönemi atlatmakta başarısız olmaya başladığını ve günden güne dibe vurduğunu gözlemliyoruz. Erikson’un bu dönemi açıklamak için kullandığı “yakınlığa karşı yalnızlık” terimi, Carol’ın hayatını bizzat tasvir eder hale geliyor. Bir müddet sonra ablası sevgilisiyle tatile çıkıyor ve işe gitmekten vazgeçen Carol kendini evde, yapayalnız buluveriyor.
Filmin, Carol’ın sağ gözüne odaklanarak başlamasının, Dövüş Kulübü’nün; anlatıcısının beyin nöronlarından başlamasıyla aynı kapıya çıktığını söylemek mümkün. Tıpkı Dövüş Kulübü’nde olduğu gibi, çok belli, izleyeceğimiz şeyler tamamen Carol’ın gördüklerinden, yani onun beyninden geçenlerden ibaret. Onun beynini temsil eden şeyin ev olduğundan ise daha önce bahsetmiştik. Peki, neler geçiyor Carol’ın aklından? Beyninde ne fırtınalar dönüyor?
Carol’ın, düpedüz hemen her şeyden nefret ettiğini, daha doğrusu tiksindiğini görüyoruz. İronik bir şekilde, çalıştığı güzellik salonundaki müşteri kadınların görüntüleri hiç de “güzel” değil. Suratlarındaki beyaz maskeler, Carol’ın gözünden baktığımız düşünülürse, onları son derece çirkin göstermeye yetiyor (özellikle erkekler konusunda ahkâm kesen kadının ağzına Polanski’nin yaptığı bir ‘zoom’ var ki, midenizin bulanmaması ve kendinizi Carol’ın yerine koymamanız mümkün değil). Tabii bu çirkin görünmeler, Carol’ın onları yaşamsal anlamda tiksinç bulmasının da metaforu… Böylece, daha ilk anda Carol’ın, kadınlarla sorununun olduğunu anlıyoruz. Onları sevmiyor. Peki neden? Çünkü güzelleşmek için bin bir takla atmalarına ve kendilerini erkeklere güzel göstermek istemelerine rağmen, hemen her zaman erkekler hakkında olumsuz şeyler anlatıyorlar. Anlattıklarının en basit içeriği de şu genel “kadın görüşünden” ibaret: Erkekler ahlaksız, yalancı, şerefsizdirler; sadece bir şey isterler, aldıklarında da çekip giderler. Bu! O zaman, diye düşünüyor Carol, kendinizi onlara neden veriyorsunuz? Ya da verdiniz diyelim, neden serzenişte bulunuyorsunuz? Deli misiniz siz?
Kadınlar konusunda bunları düşünen Carol, erkekler hakkında ne düşünür değil mi? Gözünün önünde, tabiri caizse, kabak gibi ablasının sevgilisi var neticede. Herif tam bir şerefsiz! Evin içinde istediği gibi dolaşıyor; Carol’ın gözünün önünde ablasıyla oynaşıyor (utanması yok); eve yerleşmiş kadar rahat, kendi eşyalarını banyoya yerleştiriyor, tıraş oluyor; kahvaltı yapıyor; çan sesine bok atıyor (dini imanı yok); ablasıyla çatır çatır sevişiyor; üstelik kendisine de asılıyor sanki. Ve tüm bunların üzerine tuz biber eken asıl durum: evli! Özellikle erkekler ve cinsellik konusunda sorun yaşayan bir kadın için bu adam korkunç bir canavardan başka bir şey ifade etmiyor. Ablası ise, bu adamla birlikte olarak, bu adamın altına yatarak, bir kadının yapmaması gereken en büyük hatayı (günahı mı demeliyiz) yapıyor. Dolayısıyla Carol’ın hayat felsefesini şöyle özetlemek mümkün: Kadınları siken adamlar kadar kendilerini siktiren kadınlar da tiksinçtir!
Carol böyle düşünüyor düşünmesine ama bunun sosyal hayatta hiçbir karşılığı yok. Bu, hiç tartışmaksızın, direk izole olmak ve belki de aklını kaçırmak (bir açıdan ölmek) demek. Oysa Carol, böyle bir hayat sürdürebileceğine kendini inandırmış. Bu hayatta diğer kadınlar gibi erkeklerin tuzağına düşmeyeceği ve onlar tarafından kirletilmeyeceği konusunda kendine söz vermiş. Bunun bariz göstergeleri ise Carol’ın temizlik takıntısı. İş dönüşü ayaklarını yıkamaya özen göstermesi, diş fırçasını bir adamın fırçasıyla aynı kaba koymak istememesi, olur olmadık yerlerden toz alışı vb. bu takıntının örnekleri. Bu kirli ve namussuz hayatta temiz kalmaya yemin etmiş bir kızın günden güne bu savaşı kaybedeceği aşikâr. Ama Carol, tam olarak “temiz” tarafı tercih etmiş de değil. Zaman zaman öbür tarafa da geçmek istediğini, kendisiyle çıkmak isteyen Michael’a bir şans vermesinden veya ablası gittiğinde onun elbisesini denemesinden anlıyoruz. Tam anlamıyla “temiz” olmak da aklından geçiyor ki, sık sık kilisenin avlusundaki tamamen örtünmüş rahibelere (belki de imrenerek) bakmaktan ve onlar gibi olmayı istemekten kendini alamıyor. Ya o ya o, ya bu ya şu derken, iki arada bir derede kalıyor ve benliğinde derin bir yarılma baş gösteriyor. Evin içinde çatlamaya başlayan duvarlar bu ruh halinin birebir işareti haline geliyor.
Cinsellikten ve dolayısıyla erkeklerden ve dolayısıyla toplumdan kaçmak Carol’ı kapana kısılmış bir fareye (tavşana belki) çeviriyor (çürüyüp duran o tavşan Carol’ın kendisi olmasın). Carol kendini hayattan soyutlayıp, tamamen kendi içine çekiliyor ve kendi içinde temiz kalmayı tercih ediyor. Dışarısı “kötü”, içerisi “iyi” çünkü… Fakat insanın karşılaştığı en büyük paradokslardan biri bu. Matrix’te Morpheus’un Neo’ya mavi ve kırmızı haplardan hangisini istediğini sorduğu sahneyi anımsayın. Birisi gerçek, birisi illüzyon olan bu haplar aslında birbirini bütünleyen haplar. Biri, diğeri olmadan var olamıyorlar. Yani, birbirine zıt iki kavramdan birini çok “keskin” bir şekilde seçme şansımız yok. Buna süper-ego (sahte) ve id (gerçek) açısından bakarsak da aynı gerçekle karşılaşıyoruz. İkisinden birinin seçimi, aslında fark etmeksizin, ya o ya da onun seçimi demek… Dolayısıyla çok temiz kalmaya çalışmak aslında kirlenmeye açık hale gelmek demek. Carol kendini izole edip, ne kadar elini eteğini çekse ve ne kadar “bakire” kalmayı sürdürse de; “dışarısı” olmadan yaşamanın, yani onu kirletecek şeyler olmadan temiz kalmanın da imkânsız (ve saçma) olduğunu anlamaya başlıyoruz.
Derken sinema tarihinin en inanılmaz tecavüz sahnelerinden biriyle karşılaşıyoruz. Michael, Carol’ı merak edip evine kadar geliyor ama Carol –elbette- onu evine almak istemiyor (çünkü bekâretini korumaya karar vermiş durumda). Bu direnç Michael’ın eve zorla girmesiyle (kapıyı kırıyor) kırılıyor ve Carol açık bir şekilde Michael tarafından tecavüze uğruyor. Temizliği bu kadar kafasına takmış bir kadın için tecavüz dehşet verici bir şey tabii; haliyle Carol, Michael’ı öldürüyor ve cesedini küvete atıyor. Böylece en büyük kâbusunun da gerçekleştiğini görüyoruz Carol’ın (bir erkek tarafından kirletilmek). Evde kaldığı süre boyunca tecavüze uğrama kâbusları görmesi de bu yüzden (böyle bir kadının bilinçaltının nasıl kazan gibi kaynadığını düşünün, ürkütücü). Ama tabii gün geçtikçe gerçeklikten kopmaya başlıyor Carol. Çürüyen tavşan ve patatesler artık temiz olmadığının kanıtı gibi. Çatlaklar artıyor, duvarlardan eller çıkıp onu ele geçiriyor. İşler iyice çığırından çıkmışken bir de ev sahibi çıkıp gelince Carol, gayet psikopatça ikinci cinayetini de işlemiş oluyor. İşliyor ama çoktan kendisi de bitmiş durumda.
Repulsion’ın sonunda, Polanski’nin, film içerisinde zaman zaman bize gösterilen bir aile fotoğrafına tekrar odaklandığını görüyoruz. Burada, sinema sanatının en güzel kullanımlarından biriyle karşılaşmak müthiş bir duygu… Evi, erkekler ve cinsellikle sorun yaşayan bir kadının benliği haline getiren ve tüm bunun sorumlusu olan durumu da basit bir aile fotoğrafıyla anlatan bir yönetmenden bahsediyoruz. Resimde, küçük yaştaki Carol’ın dehşet içerisinde babasına baktığına görüyoruz. Bu, öyle korkunç bir bakış ki her şeyi açıklıyor. Carol’ın bu hale gelmesinin sorumlusu babası (yani bir erkek). Sorunun en kısa açıklaması da ensest. Carol, daha çocukken, sembolik düzene girdiğinde babası tarafından “kastre” edilmiş zaten. Bir nevi Carol ölü doğmuş. Carol’ın Repulsion boyunca (hayatı boyunca) cebelleşmek zorunda kaldığı bu durum, babanın tahakkümünün ne boktan bir şey olduğunu da kısa yoldan açıklamış oluyor.
İsmail Yaprak
Kaynak: www.sinematopya.com