Güneşin esnediği saatlerde dolmaya başlar köprünün korkulukları. Bir uçtan diğerine uzanan oltaları fotoğraflamaya bayılır gezginler. Gelip geçen meraklı gözler balık kovalarını yoklar. Kovalarında usulca yüzen balıklara içi giderek bakar girgin sokak kedileri. Telaşla oltasını çekiştirenin ne tuttuğunu görmek için, yürüyüşlerine kısacık bir ara verir şehir insanları. Korkuluklara dayalı oltaları tir tir titretir geçip duran tramvay. Kalkmadan hemen önce düdük çalan vapurlar, nefes nefese iskeleye koşturur yolcuları. Köprünün alt katındaki balık lokantalarından gelen kokular acıktırır olta sallayanları. Oltacılar yerini aldıktan sonra devriyeye başlar seyyar satıcılar. Küçük bir deniz fenerine benzeyen bölmeli cam haznesiyle Arnavut ciğercisi geçer, başının üzerine yüklendiği tablasıyla simitçi geçer, koluna geçirdiği hasır sepetiyle sandviççi geçer, seyyar arabasıyla pilavcı geçer, elinde tepsisiyle midyeci geçer… Eski İstanbul’la Yeni İstanbul’u Altın Boynuz üzerinde birbirine bağlayan Galata Köprüsü üzerinde, dikili durduğu yerde, günün her anı değişen renkler ve seslere eşlik eder insan.
Her haziranın ilk pazarı soluğu burada almayı bir görev bilirim. Oltayı suya atar atmaz, bu sulardan tuttuğum ilk balık gelir aklıma. Dedemin çektiğim misinayı tutup sallayışı, “Derya kuzusu bunlar!” diye bağırarak torununu reklam edişi, çırpınan balıkları ürkekçe ellerimin arasına alışım…
“Deniz olmasaydı gelmezdim bu şehre,” derdi ailesini Trabzon’dan Sarıyer’e taşıyan dedem. Balık pazarındaki tüm balıkçılarla merhabası vardı. Marmara balıklarını iyi tanırdı; her birinin mevsimini bilirdi.
Dalgınca anılarımı tazelerken solumdaki beyaz kasketli, kır bıyıklı ihtiyara takıldı gözüm. Dolaşan misinasını ayırmaya çalıştıkça iyiden iyiye kördüğüm ediyordu. Bir süre izledim ama başa çıkamayacağını anlayınca seslendim:
“Yardım edeyim mi amcacığım?”
“İyi olur evladım, sağ olasın.”
Misinanın dolaşan kısmını kesip attım. Küçük bir düğümle kesik uçları birbirine bağlayıp çakmakla düğüm çıkıntısını erittim ve oltayı güzelce teslim edip yerime geçtim. Ama göz ucuyla da onu izlemeyi sürdürdüm. Yemlik karidesleri çakısıyla dilimleyip çapariye takmaya çalıştığını görünce gülümseyerek sordum:
“İlk defa mı balığa çıkıyorsunuz?”
Şaşkınlıkla yüzüme baktı.
“İp şey için dolaşmıştı evladım…” diye açıklamalara girişince yanına gidip açıkladım durumu.
“Bu iğnelerin ucundaki yeşil ipler yem zaten. Balıklar buna geliyor. Ayrıca karides geçirmeye gerek yok.”
Bu kez o gülümsedi.
“Sana işin doğrusunu söyleyeyim evladım.” diye biraz daha yaklaştı bana. “Yıllardır şu köprünün üstünden gelip geçtim. Hep şu balık tutanlara heves ettim. Ama hiç bilmem nasıl yapılır. Geçen sene emekli oldum. Nereden estiyse esti, sabah hanıma ‘Ben balığa gidiyorum,’ dedim, çektim kapıyı çıktım. Hemen şuradaki oltacıya gittim. Olta molta, işte ne lazımsa aldım geldim. İşte buradayım.”
Adı bile başlı başına bir eski zaman insanı olduğunu açık ediyordu Mahfi amcanın. Balığa biraz geç başlayan bu yaşlı arkadaşla tanışma faslından sonra, ona işin inceliklerini ve uğraşın jargonunu anlattım. Kurşun atmayı pek sevdi. Biraz sonra üzerindeki tedirginliği de atınca tek taraflı koyu bir sohbete başladık.
“Sokak lambalarını kontrol etmekti benim işim. Akşamları vururdum kendimi sokaklara. Sonra rapor verirdim “Şu şu numaralar yanmıyor,” diye. Onarım işçileri gidip lambayı yenilerdi. Arnavutköy’den Bebek’e, Bebek’ten Etiler’e yürüyüp durdum. Çok severdim işimi. Sonra masa başı bir göreve verdiler. Ne yaparsın, memuriyet… Öyle geçip gitti zaman… Ne güzeldi İstanbul o zamanlar! Tertemizdi, masmaviydi deniz. Moda Burnu’nda yüzerdim hafta sonları. Ya da aklıma eserse, Büyükada’dan Heybeli’ye kulaç atardım… Yolda şiirler okumayı severdim. Ezberime aldığım şiirleri yollarda yürürken söylerdim hep. Orhan Veli’yi pek severdik. Garip Akımı’na tutkunduk o zamanlar. Edebiyat derslerinde papağan gibi ezberletilen fâilâtünlü şiirlerin yerine o sade, samimi şiirler… Şimdiki gençler şiir okumuyor. Hep söylerim, insanın ezberinde birkaç şiir olacak her zaman. Biz yaşlandık artık pek bir şey kalmadı akılda… Biliyor musun, eskiden köprü şarkıcıları vardı burada. Balık tutanların yanına gelip şarkı okurlar, bahşiş alırlardı… Ah, eski şarkılar…”
Bir oradan bir buradan, eski zamanlardan söz edip durdu özlemle. Sözünü kesmeden dinledim onu. Arada bana da bir şeyler soruyor, verdiğim yanıtı bir yerinden tutup yine eski zamanlara bağlıyordu sözü. Bir saat kadar sonra, daha siftah edemeden oltasını toplamaya başladı. Ben biraz daha beklerse birkaç balık yakalayabileceğini söyledimse de kovasını silme dolduran birinin mutluluğuyla, “Nasılsa öğrendim, yine gelirim.” diye elini sallayıp gitti.
Bu kısa balıkçılığa giriş dersinde oltaya balık vurmadığından, balıkları çapariden nasıl çıkaracağını gösteremedim. Ardından bakarken, bunun onun için pek de önemli olmadığını biliyordum. Balıkçılık üstadı dedem, “İnsan her zaman balık tutmak için balık tutmaz.” derdi. Balık tutmak onun için bir köprünün üzerinde dünyaya uzaklardan serin serin bakmak, yaşadığının ayrımına varmak, dünya telaşından çıkıp biraz nefes almak demekti. O hiçbir zaman dile getirmedi ama sonradan öğrendim ben bunları.
Öğleden sonra, ellerinde pankartları ve yeşil giysileriyle Yeşilbarışçı arkadaşlar geldi. Yavru balık avlanmasının önüne geçmek için başlattıkları ve “Seninki kaç santim?” sloganını kullandıkları eylemde, balıkları ellerindeki cetvellerle ölçüp balık tutanlarla konuşmaya başladılar. Biraz ileride olta sallayan iki arkadaştan biri diğerine “Seninki kaç santim Osman ağabey?” dedi sırıtarak. Osman ağabey gürüldeyerek güldü buna.
Üniversite öğrencisi gönüllülerden oluşan grup, balık tutanların arasına dağıldı. Gençlerden biri elime “Küçük Balık Yoksa Büyük Balık da Yok!” başlıklı bir broşür tutuşturdu. Sonra pembe bandanalı çıtı pıtı bir genç kız geldi yanıma. Beni bir hayli bilgilendirdi. Anaç balıklar büyüdükçe daha da fazla yumurta veriyormuş. Bu yüzden balıklar için her santimin yaşamsal derecede önemi varmış. Üreyebilmesi için en az 20-24 santime ulaşması gereken lüferin yasal avlanma boyu 14 santim olarak belirlenmiş. Palamutta da durum benzer. “E, yasalar buna izin verirse biz bu balıkları rüyamızda görürüz!” dediğimde, “O zaman uyuma!” dedi hemen arkamdan bizi dinleyen asabi bir arkadaş: “Balık avlamayı biliyorsun. Balığına sahip çıksana!”. Ben hep balık tuttuğum için, ‘balık avlama’ ifadesi kötü bir şey yapıyormuşum hissi uyandırdı bende. İletişim bilgilerimi verdim; destek vermeye hazır olduğumu söyledim. Onlara jest yapmak için, her ne kadar içinde balık olmasa da, kovadaki suyu döküp oltamı toplamaya başladım. Bana çıkışan asabi arkadaş, gömlek cebimin üzerine eylemin logosunun bulunduğu çıkartmayı yapıştırdı teklifsiz. “Yavru balık satmayın, almayın, tüketmeyin! Denizlerimizin geleceğini koruyun! Eyleme katılın!” sloganlarıyla ilerlediler.
Onların sesi kesildikten sonra, hemen yanımda elleri cebinde, ağzında sabahtan beri sönmeyen sigarasıyla bekleyen adamın sesini duydum ilk kez.
“Yavru balıkmış, külâhıma anlatın. Gidip tekne kovalayın siz. Ulan, şunun şurasında bulmuşuz bir pazar günü, iki deniz havası alıp ispirtonun yanına meze koyacağız.”
“Palamut var mı?”
“Palamut nerede be gözüm! Parmak kadar istavritle oyalanıyoruz işte. Zamanında biz ne balıklar tutardık. Şimdi göçmen balık göçmez oldu, yerli balık bozuldu. O haysiyetli lüferler tarih oldu! Sizin çocuklar istavrit bile bulamayacak bu gidişle.”
“O zaman şu gençlere kızmayacaksın,” diye başlayıp gençlerin konuşma çabalarını soğuk bakışlarıyla sonuçsuz bırakan Rasim ağabeye duyarlı gençlerin isteklerini anlatınca, içinde on yedi istavritin yarı baygın yüzdüğü kovayı boca etti denize. Birbirimize gülümserken köprünün alt katından çileden çıkmış bir bayan sesi duyduk: “Münasebetsiz! Mahvettin üstümü başımı!” Rasim Abi korkuluktan bayana seslendi beni işaret ederek. “Bu yaptı abla!” Sonra bana döndü: “Münasebetsiz!”
Yüzünüzden gülümseyişi eksik etmeyen, hoşsohbet bir dünya adamı olan Rasim ağabeyle hemen kaynaştık. Olta takımlarımızı toplarken, yaşamını iki dakikada bir tekerleme tadında özetledi.
Köprü faslını bitirip gitmeye hazırlanırken Norveçli bir gezgin fotoğrafımızı çekmek istedi. Ellerimizi birbirimizin omzuna dolayıp poz verdik Rasim ağabeyle. Sonra İstanbul’da gezilmesi gereken yerlerle ilgili önerilerimi isteyen Oscar’la biraz sohbet ettik. Konuştuklarımızı anlamayan olta arkadaşımın büyük bir merakla sürekli “Ne diyor?” diye sıkıştırmasına dayanamayıp sonunda ona da çevirdim.
“Abi, yakınlarda iyi balık yiyeceği bir restoran soruyor. Bildiğin bir yer var mı?”
Başından beri bu anı bekliyormuş gibi: “Şu söyleyeceklerimi iyi çevir o vakit,” dedi Rasim ağabey. Oscar’ın omzuna dokunup, “Bak güzel kardeşim,” diye tatlı sert esnaf girişi yaptı. “S.ktir et restoranı mestoranı!” Sözlerinin çevirisiyle ilgili aklına bir şey takılmış olacak ki ilk cümleden sonra bana alçak sesle, “Sen ayar çekersin!” diye göz kırptı. “Şu balık pazarında ekmek arası hamsi yapan bir yer var. Git orada ye. Daha iyisini nah bulursun İstanbul’da! Madem dünyayı dolaşıyorsun, benden sana bir öğüt: Kulağına küpe olsun. Bir yerde yemek yiyeceksen öyle kendin gibi yabancıların gittiği yere gitmeyeceksin. Açıp gözünü bir bakacaksın o memleketin adamı nerede yiyor diye. Gittiğin yer de öyle fiyakalı adamların gittiği yer olmayacak ha! Normal vatandaşın gittiği yer olacak. Anladın mı? O zaman yersin yemeğin kralını!”
Rasim ağabeyin “ayar çekip” çevirdiğim sözlerini dikkatle dinleyen Oscar, Rasim ağabeye teşekkür edip cebinden çıkardığı küçük bir deftere söylediklerimi not etmeye başladı.
“Abi helal olsun, adam söylediklerini not ediyor!”
Rasim ağabey keyiflendi, başını gururla geriye atıp:
“Eder tabi. Bir bok bilmeden dünyayı geziyorlar işte böyle. Dünyayı böyle mal mal gezse ne gezmese ne!”
Sonra elini bizim gezginin omzuna atıp henüz çevirmediğim sözleri onaylatmak istedi: “De’ mi lan Corç?”
Oscar’ı elindeki kalem defterle baş başa bırakıp, topladığımız oltalar sırtımızda Karaköy yönünü tuttuk. Rasim ağabey bana döndü, muzipçe sordu:
“Bu köprüyü kaç paraya satarsın?”
“Bilmem. Köprü satılır mı be abi!”
“Öyle deme. Benim kafadar az kişiye satmadı zamanında. Köprüyle kalsa iyi! İnan olsun, saat kulesinden tramvayına kadar köşe bucak sattı koca İstanbul’u.”
“Nasıl oldu o iş?”
“Sülün Osman’ı bilir misin?”
“Hayır.”
“O zaman dinle…”
*
Alper AŞIKOĞLU | TeReKe #4