Sohbetimiz onun bana sorularıyla başlıyor. Röportajı İngilizce yapıyoruz ama İtalya’da yaşadığımı öğrenince “İtalyanca da mı konuşuyorsunuz?” diyor. “Siz kaç dil konuşuyorsunuz?” soruma da “İngilizceyi çok iyi konuşuyorum” diye esprili bir yanıt veriyor.
Yedi dil öğrendiğini ancak bu dilleri pek kullanmadığını söylüyor.
Keşke bir formulüm olsaydı, kitap yazmak daha kolay olurdu. Elbette kitaplarımda belli başlı
bazı unsurlar var. Sanat var, mimari var, semboller ve şifreler var. Aynı zamanda modern bir unsurun da olması gerekiyor. Son kitabımda gen mühendisliği var örneğin. Vatikan’la ilgili yazdığımda, antimadde de vardı. Mason felsefesi hakkında yazdığımda noetik bilimi de yazdım. Bana göre bunların karışımı olması önemli. Bu bir formul müdür bilmiyorum ama ben bu unsurları kullanıyorum.
“Tanrı’dan sonra kitapları en çok satan yazar” tanımlaması hoşunuza gidiyor mu?
Bunun önemsiz olduğunu söyleyemem ama bunun üzerinde çok da düşünmüyorum. Örneğin kendi işinizi düşünün: Bu röportajı milyonlarca kişinin okuyacağını düşünürseniz yazmakta zorlanabilirsiniz. Bu yüzden bu hususu pek düşünmüyorum. Ben sadece benim okumak isteyeceğim kitabı yazmaya çalışıyorum. Yalnız çalışıyorum. Evde internete girmiyorum. Kitap yayımlandığında olacakları düşünmüyorum. Dış etkilere kapalı bir modda oluyorum. Öğrendiğim bir şey var ki o da şu: “Eğer ben bir şeyi seviyorsam başkaları da sever, birçok insanla aynı zevkleri paylaşıyoruz.” Bu yüzden sadece kendime güveniyorum ve “Ben bu kitabı sevdiysem başkaları da sever” diyorum. Benim sevmediğim kitabı kimsenin de sevmeyeceğini biliyorum.
Elbette pazarlama çok önemli. Ama insanlara sevmedikleri bir şeyi satamazsınız. Hiçbir türlü halkla ilişkiler kampanyası bir kitabı satamaz. Sonuçta önemli olan birilerinin kitabı okuyup arkadaşlarını araması ve “Harika bir kitap okudum” demesidir. Kitaplar böyle yayılır.
Sizce bu da kitabınızın tanınmasında etkili oldu mu?
Eminim olmuştur. Dikkatleri kitabımın üzerine çekti.
Evet, biraz öyle oldu.
Peki çok satan yazar olmak sizi kısıtlıyor mu? Başarınızı devam ettirmek için kendinizi belli bir şekilde yazmaya yönlendiriyor musunuz?
İnsanların benim kitaplarımda sevdiği şeylerden biri de içlerinde bulmacalar ve sırlar olması. İyi adam kim, kötü adam kim hiçbir zaman tam emin olamıyorsunuz. Çok fazla illüzyon var. Bunu bilinçli yapıyorum. Okuyucunun bir sonraki sayfaya bakar bakmaz sırrı hemen çözmemesini sağlamak için büyük bir emek gerekiyor. Ben de bunu yapıyorum.
Bunun için devasa bir altyapı oluşturmak gerekiyor. Son kitabımın ana taslağı 100 sayfaydı. Kitabın sonunda
ne olacağını bilmeniz gerekiyor. Kimlerin iyi, kimlerin kötü adamlar olacağını baştan bilmeniz gerekiyor. İşlerin nasıl ilerleyeceğini bilmelisiniz. Bu taslaktan hareketle ileri geri giderek kitabı oluşturuyorsunuz. Okurların nasıl bir son istediğini biliyorsunuz: Sonunda her şeyin iyi olmasını ve kahramanın kızı kapmasını istiyorlar. Ama bu sona farklı bir şekilde ulaşmak istiyorlar. Önemli olan bu
sona nasıl ulaştığınız. Okurlar da kitabı bunun için okuyor.
Kitaplarınızda gerçek ve kurgu bir arada, tarihi gerçeklere de yer veriyorsunuz. Tarihten yola çıkarak kurgu yazmanın sorun yaratabileceğini düşünüyor musunuz? Örneğin, Türkiye’de Osmanlı İmparatorluğu’nun bir döneminden yola çıkılarak yapılan bir dizi tartışma yaratmıştı. Bazıları dizinin tarihin algılanış şeklini değiştirdiğini söylüyordu. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?
Bu doğru bir husus. Özellikle yeni neslin çok az kitap okuduğunu düşünürsek… Genç insanlar Osmanlı tarihini okuldan hatırlayamayabilir ve bu diziyi gördüklerinde “Aa demek böyle olmuş” diye düşünebilirler. Bence önemli olan, bir sanat eseri yarattığınızda bunun ne kadarının gerçek ne kadarının gerçek dışı olduğu konusunda açık olmanız. Bunun yanı sıra, benim araştırmalarım sırasında öğrendiğim bir şey var ki tarih kitapları da her zaman doğruyu söylemiyor. Hatta genellikle yanlışlarla dolu oluyorlar. Çünkü tarih, kazananlar tarafından yazılır. İşgalci güçler fethettikleri ülkelerde istedikleri hikayeyi anlatır.
Ve onların yazdığı kitaplar hayatta kalır. Diğerleri yakılır. Yani gerçekte tam olarak neler olduğunu bilmek bence mümkün değil. Sonuçta detayları kimse hatırlamaz, üstelik doğru olup olmadıklarını da kimse bilemez.
(Kahkaha atıyor) Kesinlikle. Türk kadınları nefes kesici bir güzelliğe sahip. Bunu Türkiye’deyken fark ettim ama
o zaman söyleyememiştim.
Yazar ismi vermek istemiyorum ama evet birkaç Türk yazar okudum.
(Gülüyor) Neredeyse hiç kurgu okumuyorum. Tarih, biyografi ve bilim kitapları okuyorum. Şu anda Malcolm Gladwell’i okuyorum. Onun büyük bir hayranıyım.
Kitaplarım için hep harika şehirleri seçiyorum. İstanbul’un nefes kesici bir dinler harmanı olduğunu, eskiyle yeninin harika bir karışımı olduğunu hep duyuyordum. İstanbul, dünyada eşi benzeri olmayan bir tarihi karışıma sahip. Buna karşı koyamadım. Özellikle de birkaç yıl önce İstabul’a gittiğimde bu şehre karşı tutkuyla doldum. Harika insanlar tarafından çok güzel bir şekilde ağırlandık. Ve elbette Ayasofya, Yerebatan Sarnıcı gibi, Mısır Çarşısı gibi inanılmaz yerleri görünce bunlar hakkında yazmaya karşı koyamadım.
Türkiye’ye gitmeden önceki fikirleriniz ve gittikten sonraki izlenimleriniz arasında nasıl bir fark var?
Gitmeden önce de Türkiye hakkında bir miktar bilgiye sahiptim ama örneğin Floransa kadar iyi tanımıyordum. Beni tamamen afallatan şey İstanbul’un modernliği oldu. Olağanüstü modern bir şehir. Jimmy Choo’ları, Gucci’leri, Prada’ları görüyorsunuz. Bu benim için sürpriz oldu. Böyle bir şeyi beklemiyordum. İstanbul, üst sınıf, modern, dünyevi, ticari bir tarz ve felsefenin karışımı. Üstelik bunlar Ayasofya’nın yanı başında. Bu şoke edici bir birliktelik. Yeni ve eski bir arada.
Bana göre, “dini” ve “laik” arasında felsefi bir sınır çizmek tehlikeli. Hepimiz biraz dindar biraz laikiz. Beynimizde hem laik hem de ruhani bölümler var. Ve bu ikisinin içimizde bir arada yaşamayı öğrenmesi gerekiyor. Sadece “Ben dindar bir insanım” ya da “Ben laik bir insanım” diyemeyiz. Hepimizin ruhani bir yanı olduğu gibi en dindar kişilerin bile gerçek dünyaya ait bir tarafları var. Türkiye’nin halen bu sorunla özel olarak meşgul olduğunu biliyorum, tüm kültürler için temennim bu iki yanın kaynaşması ve aslında hepimizin sandığımızdan daha fazla birbirimize benzediğimizi fark etmemiz. Bunun hakkında çok yazdım, ben dinin siyasi amaçlar için kullanılmasını acı verici buluyorum.
Sizden İslam’ı merkez alan bir kitap bekleyebilir miyiz?
Bilmiyorum. İslam’ı daha iyi anlamadan hakkında yazmak istemem. İslam’ı büyüleyici buluyorum. Ayrıca dünyada önemli bir güç olduğu yadsınamaz. İslam hakkında bir gün yazabilirim ama şu an için böyle bir planım yok.
Kesinlikle. Hiç şüphem yok. Hatta bildiğim böyle üç örgüt daha var.
Ben bir komplo teorisyeninden ziyade şüpheciyim. İnsan aklının düzen arzuladığına inanıyorum. Kaosu sevmiyoruz. Otobüsü süren birinin olduğunu, iplerin birinin elinde olduğunu bilmek istiyoruz. Buna verebileceğim en iyi örnek şu: Bir çocuk öldüğünde bu korkunç bir olaydır. Kiliseye gideriz ve bize bunu “Tanrı’nın planının bir parçası” olduğunu söylerler. Üstelik bu sadece Hıristiyanlıkta değil neredeyse tüm dinlerde vardır. Mantıklı yanımız bize “Bu nasıl Tanrı’nın planı olabilir? Bu ne biçim bir plan?” der. Ancak duygusal yanımız, daha avutucu olan fikre inanır: “Bu çocuk da planın, düzenin bir parçası. Kaos yok. Bir düzen var.” Komplo teorilerinin kökeni buna dayanır, insanların olayların rasgele gerçekleşmediğine, arkalarında birilerinin bulunduğuna inanmasına dayanır. Dinlerin de kökeni budur. Kaosa inanmak istemeyişimizdir. Kuralların olduğuna inanma arzumuzdur.
Altın Kitaplar’ın verdiği bilgiye göre Brown’ın kitapları, “Cehennem” hariç Türkiye’de 950 binden fazla satmış. En popüler kitabı “Da Vinci Şifresi” tek başına 350 binin üzerine çıkmış. “Cehennem” Türkiye’de ilk etapta 150 bin adet basılmış. Kitap yayımlanana kadar içeriğinden ve İstanbul’da geçtiğinden bahsedilemediği için 100 bini piyasaya dağıtılmış. Ama İstanbul kısmı da 14 Mayıs’ta duyulunca kalan 50 bin de piyasaya çıkartılmış ve hatta 50 bin daha basılmış. Satışta da şimdiden 200 bine yaklaşılmış.
Örneğin Robert Langdon bir öğretmen. Benim için hayattaki en büyük kahramanlar öğretmenlerdir. Babam da öğretmendi. Öğrenmenin eğlenceli bir iş olduğunu düşünüyorum. Okuyucular da bunu eğlenceli buluyor. Okuyuculara bir şeyler öğretmek için bir profesör kahramandan daha iyisi olabilir mi?
Hayır, birçok insanın karışımı.
O gerçek birisi olabilir. Türkiye’de bana rehberlik eden kişi. Ama ismi Mirsat değil.
Ah evet, biliyorsunuz.
“Cehennem”de birkaç bölümde şans faktöründen söz ediyorsunuz. Gerçek hayatta şansın ne kadar rolü var sizce?
Ve sizin hayatınızda dönüm noktası olan tesadüfler oldu mu?
Bir başarıda hem sıkı çalışmanın hem de şansın etkisi vardır. Benim yazdığım üç kitap satmadı, sonra ise “Da Vinci Şifresi”, dünyanın bu hikayeyi duymaya hazır olduğu bir zamanda yayımlandığı için şanslıydım. Aynı şey atletler, müzisyenler ve gazeteciler için de geçerli. Doğru hikayeyi doğru zamanda yazabilmeniz önemli. Burada emek de var şans da…
Elbette… Buna güzel bir örnek Altın Kitaplar’ın (Dan Brown’ın Türkiye’deki yayıncısı) beni yıldönümü kutlamalarına davet etmesi olabilir. İstanbul hakkında yazma fikriyle ilgileniyordum ve daveti kabul etmeye karar verdim. Bu davet, ben iki kitabın yazım sürecinin arasındayken, ne yazmaya karar vermeye çalışırken geldi ve sonunda kendimi İstanbul’da buldum. Ve bu şehre karşı, tarihine karşı tutkuyla doldum. Bu benim için bir şanstı. Bu heyecan, bu kitabı yazmama yardımcı oldu. Yani Altın Kitaplar’ın kutlamasına davet edilmemiş olsaydım belki de “Cehennem”i yazamayacaktım, kim bilir…
bir araya geldi. Bu ülkelerden gazeteciler de Dan Brown’la röportaj yapma fırsatı yakaladı. Dan Brown’ın Türkiye’den röportaj verdiği tek
gazete ise Milliyet oldu.
Brown’ın sağ kolu olan, perde arkasındaki “kahraman” Heide Lange’la röportaj öncesi sohbet etme imkanı bulduk. “Cehennem”
14 Mayıs’ta yayımlandığında en çok konuşulan detaylardan biri de çevirmenlerin İnglitere’de aşırı güvenlik önlemleri altında, neredeyse hapiste gibi çalıştırılmasıydı.
Heide, bu organizasyonu yapanın kendisi olduğunu, gizlilik ve çevirmenlerin güvenliği için bunun gerekli olduğunu söyledi.
Her fırsatta İstanbul’un ne kadar harika bir şehir olduğunu dillendiren Heide, “Cehennem”de
yer alması sebebiyle İstanbul’a turist akışının artacağını tahmin ettiğini de söyledi. “Melekler ve Şeytanlar”ın etkisiyle Roma’da, kitapta bahsi geçen mekanlara “Dan Brown turları” düzenlenmişti. Floransa’da da benzer “Cehennem” turları şimdiden başlamış.
Filmi yapılacak ve muhtemelen yakında çekilecek ama tam tarihini bilmiyorum. Ve elbette İstanbul’da çekilecek. Aksi mümkün olabilir mi?
Sabahları 4’te kalkıyorum. Saat kurmadan kendim uyanıyorum. Yaban mersini ve ıspanak karışımı bir meyve suyu hazırlıyorum.
Evet biliyorum, kulağa tuhaf geliyor. Yabanmersini, ıspanak, muz ve Hindistan cevizini karıştırıyorum. Sonra hemen çalışmaya başlıyorum. Öğlen 12’ye kadar 8 saat kadar çalışıyorum. Sonra piyano çalıyorum
ya da evet, yerçekimi botlarını kullanıyorum. Masamda bir kum saati var, her saat başı çevirip egzersiz yapmak için ara veriyorum. Böylece kendimi uyanık ve zinde tutuyorum. Öğleden sonraları sözcüklerle hiç alakası olamayan şeyler yapıyorum, dışarı çıkıp tenis oynamak gibi…