1950 kuşağının önemli öykücülerinden biri olan Ferit Edgü, “bulantı” edebiyatının önde gelen isimlerindendir. Öyküde yenilik, bireysel bakış, içe -öze- dönüş arayışına girmiştir. Ferit Edgü öykülerinde, kişinin yaşadığı toplumdaki aranan yerini, yabancılığını, kaygısını, bunaltısını, varoluş sancısını, yaşama karşı duyulan mide bulantısını, dünyaya amaçsız fırlatılışını, düzen yanılgısını keskin bir gözlemle okuyucuya sunar. O dönemde eserleri yeni yeni Türkçe’ye çevrilen Sartre, Camus ve Kafka; varoluşçuluk ve gerçeküstücülükte dönemin yenilikçi yazarlarını büyük ölçüde etkilemiştir.
Zeynep Direk, “Türkiye’de Varoluşçuluk” başlıklı yazısında varoluşçuluğun dönemin yazarlarınca bireycilik ve karamsarlık olarak algılandığını, adı geçen varoluşçuluğun kendisinin değil popüler yankısının işlendiğini belirtir. Ferit Edgü kendilerinin de elbette özgürlük ışığı altında sömürüsüz, aydın bir toplum istediklerini ancak kendilerini kişiye yönelmek, kişiyi ele almak zorunda hissettiklerini dile getirmekten çekinmez. Edgü, “İnsanoğlu büyük bir bunaltı içindedir. Bütün kutsal değerlerini yitirmiştir. Toplum uğruna kendinden fedakarlık etmeye, kendinden vazgeçmeye katlanamıyor.” der. Kişinin varlığını topluma hissettirmesi için, sorgulayan, ezilmeyen bir insan olması için aykırı düzene başkaldırması gerekir. El üstünde tutulan değerlerden şüphe duyması gerekir.
Ferit Edgü, “Alemdağ’da Var Bir Yılan” kitabıyla 1950 kuşağı öykücülerine yol gösteren Sait Faik için şunları söyler: “Dostoyevski’nin, ‘Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan geliyoruz’ dediği gibi, ben de, benim kuşağımın öykü yazarlarının büyük bir çoğunluğu da, Sait Faik’ten geliyoruz”.
1987 yılında ilk ürünü olan Kaçkınlar için yazdığı sonsözde yapmak istediğinin yeni bir yapı, yeni bir üslup kurmak olmadığını; aksine bunları boşlayıp yazının sadece bir iç-döküş, başkaldırı olduğunu belirtir. “Kaçkınlar ve 1950’lerin sonunda yayımlanan, kuşağımın birçok yazarının ilk yapıtlarındaki, boğuntunun, bunaltının, bunalımın, başkaldırının, birey olma çabasının, toplumun değerlerine karşı direnmenin, yalnız özgür düşünce ve aydınlar üzerindeki baskıyı gün geçtikçe arttıran siyasal iktidar tarafından değil, sözüm ona ilerici bağnaz çevrelerce de “mahkûm” edildiğini gördüm, yaşadım. Bu açıdan bakıldığında, diyebilirim ki, bizler, tam anlamıyla bir yalnızlıkta yazdık. Bireyselliğe yer olmayan bir toplumda, birer aykırı olarak, birer horlanmış olarak yazdık. Kendi benzerlerimizi bulmak için yazdık. Bizim dilimizden anlayacak kişiler için yazdık.”
Ferit Edgü, öykülerinde anlamsızlık, hiçlik, boşluk, bir başınalık, bulantı gibi temaları ustalıkla işler. Örneğin, “Bozgun” öyküsünde şöyle der: “ Nicedir bir şey yaptığım yok. Hiçbir şey. Sokaklarda dolaşıyorum. Bir ben: hiphiç. Hiçbir şey duyduğun yok. Yitirdim. Her şeyi yitirdim. Tüm duygularımı.” Edgü’ nün karakterleri sürekli sıkılan, müthiş bir bulantıyla kendini şehrin sokaklarına atan, amaçsızca gezinen, geceleri meyhanelerde içen, saldırgan, seviştiği kadınlardan tiksinen, bacağına yapışmış leşten kurtulamayan takıntılı insanlardır. Huzursuzluğun somutlaşmış hali bazen bir fare,bazen birdenbire ortaya çıkan sızıntılı bir yara, bazen beyne bıçak gibi saplanan pis kokulardır. “Odada” öyküsünde, karakter önce odasındaki fareyi öldürür sonra bunu başaramadığını, farenin insan boyutlarına eriştiğini, onun da bu odada yaşamaya hakkı olduğunu söyleyip mücadeleyi bırakır. Nasıl olsa yenileceğini en başından beri biliyordur.
“Gecenin çökmesini bekliyorum. Kendimi hapsettiğim bu evden, karanlığın yardımıyla kaçacak, içimde, bir çocuk yazısı gibi kargacık burgacık, okunması güç sıkıntımın kaynaklarına doğru doludizgin gidecektim.”
Ferit Edgü’nün ikinci kitabı “Bozgun”da, kişi yığınla insan arasına kendini “hiç” hisseder. Kaybolur. Daha sonrasında kendini “Yitik Bokpüsürleri Arama Odası”nda bulur. Karakter birdenbire göğsünde oluşan yara için: “ Bazı günler yok oluyor. Ama bazı günler, hiç beklemediğim bir anda yüreğimin derinliklerinde bir sızlama başlıyor. Anlıyorum. O sızlama gittikçe artıyor. Dayanılmaz oluyor. Elimi göğsüne götürüyorum. Orda, bütün genişliğiyle, derinliğiyle, kalınlığıyla, iğrençliğiyle orda.”der.
Bunalan karakter “Anı” öyküsünde, gelişigüzel karanlıkta yürüyordur. Az ileride köprü üstünde bir adamın küçük bir çocuğu yarı beline kadar köprünün parmaklıklarından sallandırdığını görür. Çocuk onu fark etmiştir. Yardım dilenen gözlerle bakar. Karakter bunu umursamayıp bir sigara yakmaya çalışarak yoluna devam eder. Sonra “Bir Kadın” görür. Duvar dibinde, pis, hırıltılı sesler çıkaran. Kadını tekmeleyip konuşturmaya çalışır. Kadın devrilip kusmaya başlar ve ölür. “Leş” öyküsünde ise teknesine yapışan karnı şiş, çürümüş, pis kokan leşten kurtulmaya çalışır. Bu öyküsünde de huzursuzluğun somutlaşmış hali bir leştir. Elbette kurtulamayacaktır. “Tüm gücüyle beni kendine çekiyordu. Yere yuvarlandım. O, ona konduramadığım bir güçle abanıyordu üstüme, boğarcasına sıkışmış beni, kurtulmak için çabaladıkça daha bir eziyordu. Ben’i eziyordu, eziyordu, yok ediyordu. Ben’i kurtulmaya çalıştıkça, Ben’i, Ben’i, Ben’i…”
1962 yılında “Bozgun” yayınlandığı sıralar Onat Kutlar’ın,”Bu kitaptan sonra ne yazacaksın?” sorusuna “Sanırım hiçbir şey” diye cevap verir. Ardından, uzun bir süre hiçbir şey yazmaz.
“Eksik bir şey var.
O akşam da eksik bir şey vardı.
Tüm yaşamım boyu eksik bir şey vardı.”
***
Sartre’ın bir taşı, bira bardağını kavrayışındaki bulantı gibi Edgü’nün de insanlarda, yalnızlıkta, sokaklarda, ölülerde duyduğu pis kokular vardır. Sait Faik Hikaye Armağanı’na layık görülen “Bir Gemide” kitabındaki ”Kentin Üzerinde Dayanılmaz Bir Koku” öyküsü “Köpek burcundan olmalıyım: çocukluğumdan beri kokulara karşı aşırı duyarlıyım. Sözcüklerin, görüntülerin, seslerin, renklerin yaratamadığı çağrışımı, kokular yaratır bende.” diye başlar.Yazar, metinde dışardan gelen bir kokunun peşinden başlayan bir yol öyküsünü aktarır. Kokunun kaynağı belirsizdir. Koku kentin üzerindedir ve kentin bütününe sinmiştir. Karakter, insanları uyarmalıdır bu kokuya dair.”Bulduğum ilk araca atladım.Evimin yolunu tuttum.Çöken akşamla birlikte koku daha da artmıştı.Ama aldırdığım yoktu.Kentin üzerindeki dayanılmaz kokuyu yazıp insan kardeşlerimi uyarabilirdim.”
1982 yılında yayımlanan “Çığlık” kitabında yer alan ”Kör Ve Oğlu” öyküsünü, yaşamının sonlarına doğru gözleri görmeyen Borges’in öykülerini annesine yazdırmasından yola çıkarak kaleme alır. Öyküde kör bir babanın şu notları vardır:
13./
Bir kör için zaman yoktur.
Çünkü gece ve gündüz yoktur.
Ama gören için de zaman yoktur.
Çünkü gün ve gece
Zaman değildir.
Yalnızca aydınlık ve karanlık.
19./
Kör bir yazardan söz ettiler.
Kör bir okurdan daha iyi durumdadır,dedim.
21./
Sadi der ki: ”Görenle görmeyen arasındaki ayrım nedir?
Yalnızca ışık mı? Yoksa renkler mi?
Işıksa, ışığı görmeyenler var.
Renklerse, herkese başka başka görünür.
Amanın dünyası
Bakıp da göremeyenin dünyasından
Daha zengin olabilir.”
Sadi’nin mi bu sözler, yoksa Cami’nin mi?
Yoksa ben mi uydurdum?
Aynı kitapta yer alan “Sahaf” öyküsünde ise “O/ Hakkari’de Bir Mevsim” adlı romanındaki Süryani sahafı yakın arkadaşı Demir Özlü ile karşılaştırır. Romanda yer alan fakat Onat Kutlar’ın senaryolaştırıp Erden Kıral’ın çektiği, kitapla aynı adı taşıyan filme koyamadıkları Süryani sahaf için üzüldüğünü belirtir. Hakkari’de geçen bir mevsimlik film. 1980’li yıllarda film sansürlendiği için galası yapılamamıştır. Film 1984 Berlin Film Festivali’nde dört ödül birden alır.Tezer özlü daha sonraları kızıyla yaptığı röportajda en sevdiğin filmler sorusuna sırasıyla Nostalgia (Tarkovski) ve Hakkari’de Bir Mevsim der. Ayrıca filmin çekim aşamasında hiçbir desteğini esirgemez. Filmde diline yabancı olduğu bir köye çocuklara ilim öğretmek için değilde, verilen bir ceza sonucu sürgün edildiğini düşünen bir öğretmen vardır. Köydeki yaşam olanaksızlığını, salgın hastalık, fakirlik keskin ve eleştirel bir gözlemle bize sunulmuştur. Öğretmen, kendisine biçilen rolün üstüne çıkıp sözcüklerin ötesindeki ortak dili arar. Öğretmen ve öğrencisi arasında şöyle bir konuşma geçer:
-Hoca benim kardeş hasta.
-Nesi var?
-Ateşi var çok, ölecek.
-İlaç vereyim mi?
-Hayır, hoca sen portakal ver. Portakal yememiştir hiç.
Alaaddin’in kardeşi belki de portakalı yiyemeden ölecektir. Bunu bilmiyoruz. Bildiğimiz mutlak, çocukların birer birer ölüşüne kimsenin bir şey yapamaması, imkan olması gerekirken üstelik. Öğretmenin veda konuşması ise şöyledir:
“Öğrettiklerimi unutun. Dünya dönüyor evet ama bu dağ başında dönmemesini bilmek daha doğrudur. Size hayat bilgisi dersleri verdim ama siz hayatın gerçek bilgisini kendiniz burada, bu dağ başındaki köyünüzde, sonra uzak kentlerdeki askerliğinizde, mahpusluklarınızda öğreneceksiniz. Benim için doğru olan sizin için doğru değildir. Benim için gerçek olan sizin için gerçek değildir. Öğrettiklerimin çoğu böyleyse bağışlayın beni. Çünkü ben başka bir yerden geliyorum. Karların erimesiyle de gidiyorum işte…”
Ferit Edgü 1995 yılında yayımlanan “Doğu Öyküleri” adlı kitabını da Hakkari’de kaldığı dönemdeki gözlemleriyle, politiklikten uzak; sade bir dille doğunun gerçekliğini sunar. Kitap yirmi bir -dört uzun, on yedi çok kısa- öyküden oluşur. Öykülerdeki yalnızlık vurgusu, doğunun sert ve keskin soğuğuyla içimizi titretir.Örneğin, “Bu” öyküsü:
-Bu ne bu?
-Kar.
-Böyle kar hiç görmemiştim.
-Burda daha neler göreceksin.
-Neymiş göreceklerim?
-Kurt, köpek.
-Başka?
-Ayı, tilki.
-Başka?
-İşin rast giderse, bir insanoğlu.
-Bu karda mı?
-Bu karda, eğer yolunu bulabilirsen. Ya da o,yolunu yitirmişse.
Artık bahtına…
Edgü, “Minimal Doğu Öyküleri”nde yer alan “Yıkılmış” adlı öyküsünde yalınlık halini “kutsal”a gereksinimi kalmamış bir köyün atmosferinde aktarır. İç savaşın iki tarafına metaforik bir gönderme sayılabilecek “ölüm”e karşı kayıtsızlık söz konusudur bu metinde de:
Yıkılmış köy.Öldürülmüş insanlar, atlar, köpekler.
-Bunlar Tanrı’dan korkmaz mı? diye bağırdım.
Bekledim.
Sesimin yankısı yok.
-Burası ne biçim bir yer Tanrım!diye ekledim.
-Tanrı’nın bu dağ köyünde işi ne? diye yanıtladı yanımdaki adını bilmediğim köylü.Biz burda işimizi kendi aramızda görüyoruz.
Sustuk.
Sonra uzaktan bir köpek havladı.
Eda Tunuz | Samsa 3. Sayı
*Jale Özata Dirlikyapan/ Kabuğunu Kıran Hikaye kitabından yararlanılmıştır.